Amerika'nın İpiyle Kuyuya İnilmez
Tarihini kan, vahşet, suç, kalleşlik, namertlik üzerine kurmuş bir ülkeden söz ediyoruz. Avrupa'dan kaçan veya "af" karşılığı götürülen eşkıyaların, yerel halkı katlederek kurduğu bir ülkeden söz ediyoruz.
Bugün Türkiye'nin içeride kanayan yarası olan tüm oluşumların kabuklarını kazıyın, arkasından mutlaka ABD çıkar. PKK'nın da, FETÖ'nün de, "İslâmi" görünümlü sapık akımların arkasından da...
Sadece Türkiye'nin mi? Dünyayı tehdit eden her virüsün altında ABD yatıyor.
Suudlar aracılığıyla teşkilatlandırdığı El Kaide ve değişik versiyonları, ABD'nin "terör laboratuvarı"nda kurgulanıp palazlandı. Bin Laden'i ve tayfasını Suud istihbaratçılar aracılığıyla nasıl kurup, eğitip silahlandırdıysa, DAEŞ'i de Irak'ı işgal ettikten sonra cezaevlerinde kurgulayıp devreye soktu ABD.
Yugoslavya'nın parçalanması sürecinde devreye soktuğu "Yeni Dünya Düzeni" adı değiştirilerek bölgemizde Büyük Ortadoğu Projesi adıyla devreye sokuldu.
Saddam'ın Kuveyt'e girişinde de parmağı vardı ABD'nin. O dönemde "Bir koyup üç alacağız" sloganıyla ABD'yle omuz omuza hareket eden Turgut Özal, koltuğunun altında bir dosya taşıyarak "Saddam'ın Kuveyt'e girmeye hazırlandığını Bush'a bizzat söyledim" diyordu her konuşmasında. Çünkü, ABD'deki "düşünce kuruluşu" adıyla faaliyet gösteren strateji üretim merkezlerinde bu oyun simüle edilmiş, adım adım planlanmıştı Kuveyt'teki Irak işgali ile sonrası...
Tıpkı, Suriye'nin karışmasının ardından, Türkiye'nin savaşa nasıl sokulabileceğinin "senaryolar halinde" simüle edilmesi gibi...
* * *
DAEŞ'in doğuşu, büyümesi, alan hakimiyeti kazanması da ABD eliyle oldu. Bugün Türkiye'yi Musul'dan uzak tutmak için ABD güdümünde hareket eden Bağdat yönetimi, tek mermi atmadan teslim etmişti Musul'u DAEŞ'e. Cephanesini, ağır silahlarını, bankadaki paralarını bile bırakıp kaçmıştı... ABD, hem Suriye PKK'sını, hem de Barzani'yi güçlendirmek için bir karşı güce muhtaçtı, onu da üretip DAEŞ adıyla piyasaya sürdü...
ABD, bölgede önce sorunu üretiyor ardından bölgeyi tamamen güdümüne alacak bir çözüm reçetesi koyuyor masaya. Bu reçetenin tüm yan etkilerinden etkilenen ülkelerin başında da Türkiye geliyor.
Irak, ABD eliyle üç ayrı devlete bölünmüş görüntüsü veriyor. Bağdat, "Şiistan"ın başkenti. Erbil de Kürdistan'ın. Sünniler ise DAEŞ'in kucağına itilmiş durumda. Hem Erbil, hem de Bağdat hakimiyet alanında etnik-mezhepsel yapılanmaya gidip demografik yapıyı değiştiriyor.
* * *
Türkiye'nin Musul yaklaşımını "mezhepçi" veya "etnik" bulanlar, asırlarca birlikte yaşamış insanların arasında düşmanlık üretenlerden başkası değil. Musul ve Kerkük'te Ankara Antlaşması'ndan doğan hakları var Türkiye'nin. Bütün oyun, uluslararası antlaşmalardan doğan haklarımızdan feragat etmemiz, bölgeyle olan tarihi ve kültürel bağlarımızı koparmak için kurgulanıyor.
Suriye'de ve Irak'ta derinleşen sorunu, ABD öncülüğündeki "Batılı koalisyon güçleri" eliyle çözmek artık mümkün değil. Rusya da değil çözümün adresi. ABD ile Rusya arasında "eşit mesafeli" durarak, Birleşmiş Milletler'in resmen tanıdığı "devlet"lerle el ele vermekten başka çaremiz yok. Tarihten bu yana verdiği hiç bir sözü tutmayan ABD gibi bir "güvenilmez müttefik"le oyalanmak yerine, Ankara-Tahran-Bağdat-Şam masasını acilen kurup, bölgeye huzuru getirecek güç birliğini oluşturmak zorundayız. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın ısrarla seslendirdiği "Benim Sünnilik diye de Şiilik diye de bir dinim yok" sözünün altını dolduracak duruşlar ve hamlelerin tam zamanı.
Ancak, Cumhurbaşkanı Erdoğan "kimsenin toprağında gözümüz yok" derken, "Önce Cerablus, ardından Halep" çığlıkları atanlarla atamayız bu adımları. Eğer sen "Halep'e yürüyoruz" dersen, "Musul'u alacağız" dersen, elbet birileri çıkar "Kandil dururken Halep'te işin ne?" diye sorar.
O yüzden, bir yandan Erdoğan'ın "Lozan'da yarım kalan hesap önümüze konuldu", "Kimsenin toprağında gözümüz yok" ve "Benim Sünnilik, Şiilik diye bir dinim yok" sözlerini tashih eden, hatta yalanlayan cümleler kurup, diğer yandan en ateşli Erdoğan savunucusu gözükme riyakârlığından vazgeçin diyorum.
ABD'nin ipini kesip atalım ama, bunu yaparken ütopik hayallerle dipsiz kuyuya giden yollara sapmayalım...