Bağımsızlık ruhu

Tarihimizi yeterince öğrenmiyor, gençlerimize öğretemiyoruz.

Abone Ol

Ne yazık ki, millet olarak tarihle çok ilgimiz olmadığı gibi yalan yanlış bilgileri tarihi hakikat sanıyor, hayal ve uydurulmuş tarih üzerine senaryo üretiyoruz.

Tarihi bilmek, doğru yorumlamak ve yaşadığımız acı tecrübelerin tekerrür etmemesi için iyi dersler çıkarmalıyız.

Türk tarihini çok iyi bilmeliyiz, özellikle Osmanlı yönetiminde son dört yüz yılda yapılan yanlışları ve Cumhuriyet’in nasıl zor şartlarda kurulduğunu iyi öğrenemez ve öğretemezsek aynı hatalara tekrar düşeriz.

Her devletin milli bir politikası vardır, olmalıdır da…

Türkiye’nin de özellikle dış politika, güvenlik ve tarihi konularda milli bir çizgisi olmalı… Güvenlik, dış politika ve tarihi konular, küçük siyasi hesaplar yüzünden heba edilmemelidir…

Günümüzde ne yazık ki, abartılı bir Osmanlı hayranlığı görülüyor. Son zamanlarda Osmanlı’nın yaptığı yanlışları görmezden gelen, hatta Osmanlı’yı yıkılışa götüren süreci bile büyük bir başarı gibi övünerek anlatan bir kafa yapısı var.

Aynı kafa yapısı ve onların türevleri, Cumhuriyet ve kuruluş ilkelerine düşmanlık yaparak, kötüleyerek prim yapmaya çalışıyor.

Bindikleri dalı kestiklerinin farkında bile değiller.

Dünyanın hiçbir ülkesinde, kabile ve çadır devletlerinde bile kendi Milli Kurtuluş Savaşı için “Keşke Yunan kazansaydı” diyebilen bir kafa yapısı yoktur.

“Fransızların veya İngilizlerin hakimiyetinde daha özgürdük” diyebilen anlayış sömürge ülkelerinde bile terk edildi.

Osmanlı’nın son döneminde Türk’ün adı unutulmuştu. Cephede asker lazım olunca Türkler akla geliyor, sadece Türkler cepheye sürülüyordu.

Azınlıklar ve diğer milletler, önemli makamlara getiriliyor, ticaret yapıyor, keyif sürüyor, istediklerini alamayınca da ayaklanıyorlardı…

Cumhuriyet’in kurulmasıyla bu kısır döngüye son verildi. Yabancılara satılan varlıklar millileştirildi, Türkler devletin ve Cumhuriyet’in aslı unsuru oldu.

Irgat diye itelenen köylü, milletin efendisi oldu.

Türkler, kendi sanayisini kurdu, kendi ekonomisini oluşturdu.

Uzun yıllar sonra “Ne Mutlu Türküm diyene” diyebilen insanlar devletin başına geçti…

“Keşke Yunan kazansaydı” diyenler ve onlara alkış tutanlar, Türk milletinin devletin başına geçmesini ve Türklerin bağımsız olarak yaşamasını hazmedemeyenlerdir…

Türk milletinin bağımsızlığına laf söyleyemedikleri için Atatürk ve Kurtuluş Savaşı kahramanlarına dil uzatıyorlar.

Günümüzde sömürge kılığında yaşanan işgali, kim olduklarını bilmediğimiz kişilerin birkaç yüz bin dolara vatandaşlık satın almasını, milli değerlerimizin tek tek satılmasını bu gözlükle değerlendirmek lazım.

Bağımsızlık ruhunu kaybedersek bir daha doğrulayamayız…

****

Onlar ölmediler

6 Şubat 1923’te İzmir’den trenle Balıkesir’e giden Mustafa Kemal Paşa’nın beraberinde eşi Latife hanım ve Kâzım Karabekir Paşa ile diğer zevat bulunuyordu. Gazi, cadde boyunca halkı selamlayarak belediye binasına gidiyordu. Kalabalık arasında “Paşam, Paşam” diye bağırarak kendisine ulaşmaya çalışan bir kadın gördü. Hemen durdu ve kadına doğru yürüdü. Karşı karşıya geldiklerinde 5-6 yaşlarındaki erkek çocuğunun elinden tutan kadın ağlamaya başlamıştı. Titreyen ses tonu ile sordu:

- Paşam, Hacı Bayramım nerede? Ne zaman dönecek? Yoksa öldü mü?

Gazi şaşırmıştı. Kimden bahsettiğini sorar gibi kadının yüzüne baktı. Bu sırada Kâzım Karabekir, Atatürk’ün kulağına eğilerek;

- Çanakkale diye fısıldadı.

Anlamıştı Gazi Mustafa Kemal. Eğilerek kadının elinden tuttuğu çocuğun sevgiyle başını okşadı. Saçlarından öptü. Kadına dönerek şunu söyledi.

- Hayır. Onlar Ölmediler.

Bundan sonrasını Mustafa Kemal Atatürk’ün ellerinden tutup saçlarını okşayarak öptüğü Balıkesirli ayakkabı tamircisi Cevdet dedemiz anlatmış.

Paşa emir vermişti. Kendi maaşının bir kısmı her ay belediye başkanı tarafından anneme elden getirilerek veriliyordu.

Ben babamı hiç görmedim. Annem bana 7 aylık hamileyken babam Çanakkale’ye gitmiş. Bir fotoğrafı dahi yoktu. Annem Gazi Mustafa Kemal’in “Onlar ölmediler” sözünü kendince “Geri dönecekler” diye anladı. Bundan sonra da hep babamı bekledi. Ne zaman evden dışarı çıkacak olsa bana tembihte bulunurdu.

“Cevdet ben çarşıya veya komşuya gidiyorum. Baban gelecek olursa hemen beni çağır.”

Böylece yıllar geçti. Ben büyüdüm. İşyeri açtım. Annem yaşlanmıştı. Baston yardımı ile geziyordu. Yine de her gün dükkâna gelir, bir yere gidecekse bana haber verir ve aynı şeyi söylerdi:

- Cevdet baban gelecek olursa hemen gel beni çağır.

Günler, haftalar, aylar, yıllar böylece geçti. Annem hastalandı. Ölüm döşeğinde yatıyordu. Teyzelerim başında Kur’an okuyorlardı. Bir ara gözlerini açtı, bana bakarak;

- Cevdet, baban gelirse ona dersin ki, “Annem senin gelmeni hep bekledi.”

Sonra tekrar uyumaya başladı. Bir süre sonra aniden yerinden doğrulup gülümseyerek kapıya baktı ve şunları söyledi.

- Hacı Bayram. Erim. Yiğidim. Evimin direği. Hoş geldin. Paşam gelecek demişti. Bak geldin işte.

Bu annemin son sözleri oldu...

(Alıntıdır)

***

 TEBESSÜM

 Vazifesiz

Sultan Mahmut ve etrafındakiler sohbetteyken söz arasında vazifesiz memurlar diye bir niteleme geçince yardımcısı Sait Efendi’ye sormuş:

- Vazifesiz memur olur mu?

- Elbette olur efendimiz.

- Mesela?

- Mesela sadrazamın imamı, şeyhülislamın berberi, bir de kulunuz.

- Anlamadım neden vazifesiz olsunlar?

- Efendimiz, sadrazamın dairesinde namaz kılınmaz, imam maaşını alır. Şeyhülislamın başı keldir, saçı kesilmez, berberi maaşını alır. Kulunuz da bir iş görmez, laf söyler ve maaşımı alırım.

***

 GÜNÜN SÖZÜ

 Hür olmadığı halde kendisini hür sananlar kadar köle yoktur.

Goeth