Bazı kavramların sıkı dostluğu

Bir parkta, dökülen yapraklar arasında, her zamankinden daha yavaş yürüyor, daha çok düşünüyorsanız muhtemelen sonbaharın ruhuna teslim olmuşsunuzdur. Böyle ağır aksak bir sonbahar sabahı yürüyüşünün düşündürdüklerini sizlerle paylaşırsam sonbaharın hissettirdiği yalnızlık duygusundan bir parça arınacağımı sanıyorum.

Abone Ol

Birçok hatamız ya da hayal kırıklığımız “zannetmekten” kaynaklanıyor sanırım. Kim bilir belki de, bir saatlik yürüyüşüm boyunca benim zihnimden geçen düşüncelerde de bol miktarda “zannetme” vardır. Bunun değerlendirmesini siz sevgili okurlarıma bırakıyorum.

Birbirinden çok farklı olduğunu düşündüğümüz; İyi niyetli olmak, kibirli olmak, yüzleşmek ve zannetmek kavramları; aynı okul servisine her gün binen çocuklar gibi ya da kahve içmek bahanesiyle sıklıkla bir araya gelen arkadaşlar gibi değil midir sizce de?

Şöyle bir cümleyi anımsadım yürürken; “İnsan karşılıklı sandığı o bağın karşı tarafta aslında hiçbir zaman oluşmadığı gerçeğiyle ansızın yüzleşebilir.”

Zannetmek ve yüzleşmek kavramları aynı cümlede geçiyordu. “Ben, sana çok güçlü bir sevgi bağıyla bağlıysam, sen de bana karşı o denli güçlü bir sevgi bağıyla bağlısındır’ın”  kibirle sulanarak büyütülmüş zannından başka nedir ki bu?

Bazen de kibirden bağımsız, gerçekten çok sevdiğiniz birinin sizden usul usul uzaklaştığını bilir, hissedersiniz. Üzülürsünüz. Sizin ona beslediğiniz sevginin yoğunluğundan, sizin onun için yapabileceklerinizin büyüklüğünden ürkmüş de olabilir, kendisinde fark etmediği ya da bizim kendimizde fark etmediğimiz incecik kibirlerimizden de olabilir, karşılıklı bir takım zannetmelerimizden de. Sebebi ne olursa olsun, üzülen tarafın hissettiği şuna benzer; Yaz, kurak geçmiştir, barajın suları yavaş yavaş çekilmiştir. Barajın asıl kıyısıyla, suların azalmasıyla oluşan yeni kıyı arasında kocaman inciten bir boşluk oluşmuştur. O boşluğa her baktığınızda üzülür, kayıp suyu ararsınız.

Açık bir kalple içimize, kendimize bakamadığımızda ya da bakmak istemediğimizde ki kendimizle yüzleşme korkumuzdan ve bir çimdik de kibrimizden kaynaklanır bu çoğunlukla. Karşımızdaki kişiyle belirli, belirsiz bir çatışma yaşarız. Suçlarız ya da pasif agresif bir tutum sergileriz. Yüzleşme gerçekleşemedikçe, içimizdeki uçurum da karşımızdaki kişiyle aramızdaki uçurum da derinleşir.

Yüzleşmekten kaçınırken, alan razı, satan razı bir hava estiriyorsak ortamda, uzun süren bir yolun sonunda, kuş uçmaz kervan geçmez, tek bir ağaç gölgesinin dahi olmadığı “acı gerçekler” istasyonunda trenden, derin uçurumumuzla birlikte ineriz.

Bazen de yeterince ince olmaz düşünceler çünkü içine yine bir çimdik kibir girmiştir. Örnek verelim; Gençlik çağındaki yeğeniniz size; kolyenizin ne kadar güzel olduğunu söylüyor. Sizin de içinizden geliyor, çıkarıp ona hediye ediyorsunuz. Bir anlık bir hoşluğu paylaşmış oluyorsunuz, bitti. Yani bitmeli ama bitmiyor. Üç beş gün sonra yeğeninizin annesi tüm iyi niyetiyle, ince fikrinin ispatı bir hediyeyle kapınızı çalıyor. Farkında değil, o çocukla sizin aranızda yaşanan hoşluğu bozduğunun, işi; takasla ödeşme haline getirdiğinin, farkında değil verdiği karşılığın incitici, incecik bir kibirden kaynaklandığının. O nedenle bazen yeterince ince olmuyor bazı düşüncüler.

Kibir ve iyi niyet arasında da sıkı fıkı bir ilişki var. Hafta sonu okuduğum röportajda gazeteci şöyle bir soru soruyordu; “İyilik sizin için nedir? Nasıl bir tanımı, karşılığı var hayatınızda?” Yanıtın bir kısmı şöyleydi; “Bana göre iyilik, bir insanın hayatına olabildiğince az müdahale etmektir. İyiliğin yolu buradan geçiyor. Hep duyduğumuz bir şey var; cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla örülüdür. Ben iyiliğin olabildiğince az temasla mümkün olabileceğini düşünüyorum ve birbirimizin hayatına olabildiğince az dokunarak gerçekleşebileceğini düşünüyorum. İyilik bir taraftan da başkası adına karar vermek büyüklüğünü ve kibrini de getiriyor. Bunu da düşünmek gerekir.”

Oysa biz yetişkinler genel olarak müdahaleyi çok severiz. Ebeveynlik çerçevesinden örneklemeye çalışalım; Ebeveynler olarak çocuklarımızı yetiştirirken, her daim yanlarında olamayacağımızı bildiğimiz halde, iyi niyetle, onu korumaya çalıştığımızı sanarak, onun yerine düşünerek, güçlü olmalarını arzu ederken zayıf kalmaları için elimizden geleni yaparak ne çok yanlış yapıyoruz.

Bizim olmadığımız bir dünyaya adım attıklarında çoktan kuşanmış olmaları gereken, “kendi ayakları üzerinde durabilme gereklerini” kuşanamamış çocuklarımızı, kanatları uçmaya hazır olmayan yavru kuşları yuvadan iter gibi itiveriyoruz hayatın hoyratlığına.

Teşbihte hata olmaz derler; kuşlar, yavrularının kanatları gelişmeden onları yuvadan itmiyor, bizler itiyoruz. Kanat tüylerini tüm iyi niyetimizle ve sevgimizle bir bir kopardıktan sonra. “Üşümüşsündür giyin, acıkmışsındır ye,” gibi en basit konularda dahi özlerine durmadan müdahalede bulunuyoruz.  Neden? Çünkü en iyisini biz biliriz.

İyi niyet, kibir, zannetme ve yüzleşme kavramları sizce de iyi arkadaş değiller mi?... Bunlardan birine başrol verecek olsanız, hangisine verirdiniz?

Ben kibire verirdim. Al Pacino’nun oynadığı “Şeytanın Avukatı” filminde, şeytan ne diyordu hatırlayın; “Sonuçta en sevdiğim günah, kibir..”