Yaşlı, kadın, çocuk yüzlerce hasta katledildi. Korkunç bir katliam, bir soykırım, en korkunç en acı şekliyle yaşanıyor. Bir baba, elinde iki naylon torbayla, bir insanın yapabileceği en acı haykırışı yapıyor. Elindeki torbaya, bedeni paramparça olan çocuğundan geriye kalan parçaları koymuş, haykırıyor!. İnanılmaz bir insanlık suçu işleniyor. Tüm bunların tanıklığında, acıyı, kötülüğün karanlığını, katlanılmaz bir biçimde içimizde hissederek yaşamaya, yaşamımıza devam etmeye çalışıyoruz.
Batılı ülkelerde en küçük bir olumsuzluk yaşandığında ayağa kalkan, büyük dünyanın büyük örgütleri neredesiniz? Pardon, o örgütler, söz konusu sizseniz vardı değil mi? İnsan hakları, siz, söz konusuysanız vardı değil mi?
Hava, kapalı, soğuk ve bulutlu. İç dünyamız da öyle. Çok uzun zaman önce gelip içimize çöken, garip, kasvetli bir bulutumuz zaten vardı bizim. En kötüsü de biz, bu bulutla yaşamaya neredeyse alışmıştık sanki. Ne yaparsak yapalım “mecburen yapıyoruz” duygusuyla yapıyorduk. Kasvet bulutu hep bizimle birlikteydi, her işimizi onunla yapıyorduk. Bulutu yok edemiyorduk bir türlü. Bir uçurumun kenarına kadar itip oradan da aşağıya yuvarlamak istiyorduk ama olmuyordu.
07 Ekim’den bu yana devam eden İsrail- Filistin savaşı diyemeyeceğim, -çünkü savaşın da kabul edilmiş uluslararası kuralları vardır- ancak, katliam, soykırım, terör diye tanımlayabileceğimiz, korkunç bir “yok edişin” başlamasıyla, kasvet bulutumuz, siyah demirden bir top oldu oturdu içimize. Zihnimizde, kalbimizde, kahrolası kötülüğün kara ağır demir topunu sürüklüyoruz bugünlerde, adım attığımız her yere, kendimizle birlikte. Dünyada bir yerde aynı anda onlarca çocuk ölüyor. Dünyada başka bir yerde çocuklar, gençler arkalarına sırt çantalarını, zihinlerine de, tanık oldukları bu korkunç gerçekliğin kaydını yüklenmiş, ilerlemeye çalışıyorlar. Kadınlar evlerinde, kelek ve lahana turşusu kurarken, sarımsak ve sirkeye can sıkıntısını, üzüntüyü, kasveti de ekleyip öyle kapatıyorlar kavanozların kapaklarını.
Çok rüzgar var, üşütüyor.
Aklıma Ülkü Tamer’in şiiri geliyor. Haluk Bilginer’in sesinden dinleyin lütfen o şiiri. “Çok canım sıkılıyor, kuş vuralım istersen!” diye bitiyor şiir. Sarsıyor insanı bu şiir ve şiirin seslendirilişi.. Garip bir biçimde şu andaki ruh halimizi yansıtıyor gibi. Tarif etmekte zorlandığınız bir kederin varlığını hissediyorsunuz.
Kuş da vurmayalım ne olur!. Kimseyi de vurmayın ne olur!.. Ama yok, utanmaz, alçak, cinnet geçiren hortlamış Nazi; “Olmaz, vurmalıyız, bombalar atmalıyız, bir kadın evinde çorba pişirmeye çalışırken havaya uçmalı. Çocuklar ölmeli, ölmeyenlerin gözbebekleri korkudan devleşmeli.” diyor.
İyi şeyler konuşmak isterdik ama mümkün değil, içimizdeki kara, ağır demirden top el vermiyor buna.
Bu, kötülük ne ilktir dünyada ne de son olacak. İyi şeyler de oldu, olacak elbette ama kötülüğün yarattığı karanlık öyle büyük, yarattığı vahşet öyle ezici, öyle yoğun ki başka bir şeyi görmek de odaklanmak da mümkün olmuyor. Ne konuşalım, ne anlatayım size bilmiyorum. Çok üzgünüm.
Atmosferde hiçbir ses yok olmuyor. Sonsuza dek orada öylece asılı kalıyor. Gelmiş geçmiş bütün sesler, konuşmalar, gürültüler, patlamalar hepsi dosyalanıyor atmosferde. Çocuğu parçalanmış babanın haykırışı, hiç yok olmayacak mesela. Acısının da insanlığın üzerinden hiç yok olmayacağı gibi. Savaşı lanetleyen haberler, yazılar, yorumlar okuyorum, dinliyorum, görüntüleri seyrediyorum. “Kahrolsun savaş, kahrolsun terör, kahrolsun vahşetiniz” sözleriyle yükselen sesiniz havaya karışırken, kötülüğün patlattığı bombaların korkunç gürültüsü, yutuveriyor iyilerin seslerini. Bütün isyan çığlıkları bir uğultuya dönüşerek uzaklaşıp karışıyor gökyüzüne.
Bir an evvel son bulmasını diliyorum.
Lanet olsun vahşetinize de cinnetinize de!..