Geçmiş global tecrübelerimizden çok iyi biliyoruz ki ekonomik kriz önce ödeme gücünü, sonra ödeme ahlakını bozarak sorunları ekonomik arenadan toplumsal arenaya taşır. İşsizlik oranları artar ancak ihtiyaçlar azalmaz. Aileniz açken ahlakınızı ne kadar koruyabilirsiniz? Bu cevaplanması oldukça güç bir sorudur çünkü kimse sınanmadığı günahın masumu değildir.
Ekonomik krizler tüm sektörleri etkilerken, kendini geliştirememiş, teknolojik yatırımlar yapmamış ve işçilik yoğun sektörlerde daha belirgin etkiler yaratır. Bu yazıda bu konuyu irdeleyeceğiz.
Ülkemizdeki ekonomik kriz neredeyse tüm sektörleri olumsuz etkilemeye devam ediyor. Ancak, teknolojik yeniliklere ve yatırımlara ayak uyduramayan işçilik yoğun sektörler bu krizden daha derin şekilde etkileniyorlar. Özellikle tekstil, inşaat ve tarım gibi işçilik yoğun sektörler, ekonomik dalgalanmaların doğrudan hedefi haline geliyor. İnşaatlar duruyor, tarımsal üretim kârsızlaşıyor, tekstil Mısır’a kaçıyor vs. Bu durumun istihdam dünyasına kısa, orta ve uzun vadede çok ciddi etkileri oluyor ancak bizler sadece ölçülebilir verilerle muhatap olabiliyoruz. Takip edilen istihdam verileri her ne kadar kayıt dışını kapsayamasa ve makyajlanmış olsa da en azından bir veri seti sunuyor. Bu sayede örneğin inşaat sektöründeki işsizlik oranlarını yaklaşık olarak takip edebiliyoruz. Peki, işsiz kaldığı için bir fabrikada çalışmaya başlayan, erken emekli olmayı tercih eden veya memleketine dönerek esnaflık yapan bir mermer ustasının, ekonomik kriz bittiğinde geri dönerek kaldığı yerden devam edip etmeyeceğini nasıl ölçebiliriz? Tabii ki ölçemeyiz çünkü henüz gerçekleşmemiş ve rasyonel gerekçelerle sınırlandırılamayacak bir insani karardır.
Bu durum tarımda, otomotivde veya iş gücünün yer değiştirdiği tüm meslek dallarında geçerlidir. Tarlasını satmış bir çiftçinin, emekli olmuş bir teknisyenin veya farklı mesleğe geçiş yapan bir ziraat mühendisinin, işler düzeldiği gibi geri dönüp kaldığı yerden devam edeceğini varsaymak en hafif tabiri ile safdillik olacaktır. Ekonomik verileri birkaç yıllık süreçte iyileştirmek pek tabii ki mümkündür ancak yıkılan istihdam sisteminin yeniden inşası son derece zor ve uzun bir süreç gerektirecektir.
Bu durumun baş müsebbibi tabii ki bu sorunları yaratanlardır. Ancak kendini yenilemesi ve geliştirmesi gereken sadece siyasal yönetimler midir? Ülkemiz hâlâ kendini yenilemeyen ve teknolojik yatırımlar yapmayan işçilik yoğun tesislerle dolu. Alışılagelmiş kolay kazanç kültürü, liyakatsizlik, aile şirketlerinin kurumsallaşma sorunları… Sebepler veya bahaneler çoğaltılabilir ancak yüzleşmemiz gereken gerçek, çeyrek asırda bir adım dahi ileri atmamış üretim tesislerimiz olduğu gerçeğidir. Evrimsel sürecin doğal bir gereği olarak, bu tarz firmalar ve sektörler kriz dönemlerinde rekabet gücünü kaybederek krizin derinleşmesinde başrol oynamaktadırlar. Şu anda yaşanan sektörel krizlerin önemli bir nedeni de budur.
Ekonomik krizlerin işçilik yoğun sektörlerde işsizlik oranlarını artırması net bir gözlemdir. Bir makinenin 10 kişinin işini yaptığını düşünerek örnekleyelim. Bir makine 3 vardiyada 30 kişilik iş gücü oluşturur. 10 makinenin çalıştığı yani teknolojik yatırımlarını tamamlamış bir firmanın düşük talebe vereceği tepki kabaca, 10 makine yerine 8 makine ile devam etmek şeklinde olacaktır. İşçilik yoğun bir tesiste ise bu durum 60 kişinin işinden olması anlamına gelir. Bu noktada “makineleşme direkt olarak işsizlik doğuruyor” eleştirisi getirilebilir. Bu da ülkenin nasıl yönetildiği, eğitim sisteminin hangi yetenekleri ürettiği, ülke sanayisinin yüksek teknoloji mi yoksa çaput mu ürettiği gibi kompleks politikalarla ilgilidir. Her şehre üniversite açıp işçilik yoğun sektörleri teşvik etmek ne derece doğrudur? Tartışılmalıdır.
Doğru konuları, doğru veriler ve gerçek uzmanlarla tartışabilmemiz dileğiyle.