Hayaller, hikâyeler ve gerçekler

Halı ya da kilim dokumayı bilsem ve bir tezgahım olsaydı, dünyadan kaçmak istediğimde otururdum halı tezgahımın başına. Denize yakınsam, mavi dalga olup çağırırdı dışardan, yeşil, envai çeşit canlının yurdu, orman olup uğuldardı. Yağmur sesi, rüzgar sesi; türküm olurdu. Kök boyalarımı paylaşırdım; maviyi denizle, yeşili ormanla, güneşe, kızıldan fırlatırdım. Sevincimi, kederimi yüzyıllardır yapanlar gibi ben de motiflere dökerdim.

Abone Ol

Bu arada halı demişken, halı ve kilim dünyaya Türklerin armağanı. Milattan önce 5 ve 4.y.y. olarak tarihleniyor ilk halı. Dünyanın en eski halısı Pazırık halısı, Orta Asya’da Pazırık Kurganları adı verilen anıt mezarlarda yapılan arkeolojik kazılarda bulunmuş. St.Petersburg şehrinde Ermitaj müzesinde sergileniyormuş.

Hayallerimize geri dönüyorum; Dünyadan kaçmak istediğim başka bir günde, toprak, patika bir yolda yürüyüşe çıksaydım. Dalların arasından, toprağa fırlatılan incecik oklar gibi, gün ışığı düşseydi önüme, biraz gün, biraz gölge, yaprakların tatlı hışırtısı içinde yürüseydim, iki dağın arasından kaynamış, pırıltılı, mutlu  bir pınar bulsaydım, tüm sevincimle gülseydim pınara. İşlemeli bir mendil üzerine kursaydım mütevazı soframı, Allah ne verdiyse.  Şarkı, türkü söylemeyi beceremem ama iki şiir okurdum pınara karşı; “Burası dünya! Ne çok kıymetlendirdik. /Oysa bir tarla idi; ekip biçip gidecektik./ Sular hep aktı geçti./ Nice han nice sultan tahtı bıraktı geçti./ Dünya bir penceredir./ Her gelen baktı geçti.”

Böyle güzel hayaller kurmak istiyorum, daha doğrusu derdim hayal kurmak da değil, dünyadan kaçmak ama devamını getiremiyorum. Tipiler, fırtınalar geliyor aklıma;

Kar yağıyor, hava soğuk, şehirden çok uzakta, gece vakti ıssız bir yoldasınız ve aracınız bozuldu, dışardaki kar yağışı tipiye çevirdi. Telefon çekmiyor, yardım isteyemiyorsunuz. 2, bilemediniz, 2,5 km ötede bir köy var, eminsiniz. Normal koşullarda aracınızla o köyün ortasından geçip gidecektiniz, olmadı. Araçtan inip göz gözü görmeyen tipide yürüyerek, köye ulaşmaya çalışıyorsunuz. Soğuktan dişleriniz birbirine vuruyor, titriyorsunuz. Sanki görür gözle değil de el yordamıyla ilerlemeye çalışıyorsunuz. Donmadan yahut kurda kuşa yem olmadan köye varabilseydim diye düşünüyorsunuz, tam o sıra, tipiden o da sizi görmemiş olacak ki neredeyse ayaklarınızın dibinden, güzel kuyruklu kızıl bir tilki kaçıyor. Küçük bir an için de olsa içinizden hoş bir his geçiyor.

Sonrası yine zorluk, ayazdan, her yeriniz cam kırıkları kesmiş gibi acıyor. Adım atmaya mecaliniz kalmamışken, puslu küçük sarı bir ışık görüyorsunuz. “Allahım”, diyorsunuz, “sana sonsuz şükür”. Puslu minik sarı ışık, artık ulaşılabilir olduğu için, ayaklarınıza, zulalardan çıkardığınız dermanı indiriyorsunuz.

Hani, daha köye varmamışsınızdır ama köyün dışında, köyün varlığının habercisi tek tük evler başlar ya işte onların ilkinde gördünüz cılız puslu ışığı. Ahşap, kulübeden hallice bir ev. Evin kapısına, kıpkırmızı ellerinizle vuruyorsunuz. Tahta kapı gıcırdayarak açılıyor. Anadolu’da Tanrı misafirine, hele ki dara düşmüş Tanrı misafirine kapılar her daim açıktır zaten. Odun sobasından yayılan sıcak vuruyor yüzünüze. Yarım yamalak derdinizi anlatmaya çalışırken, yaşlı karı koca, sizi sobanın yanındaki sedire oturtuyor, üstünüzdeki ıslak paltoyu çıkarıp yün battaniyeye sarıyorlar sizi, kuru çoraplar giydirip, sıcak, yarmayla yoğurttan yapılmış, tarhana çorbası içiriyorlar. O küçücük ahşap kulübe, sizin sığınağınız, cennetiniz oluyor. Bedeniniz yavaş yavaş ısınırken, kalbiniz hızla ısınıyor. Sevgiyle, iyilikle sizi sarmalıyor bu güzelim kalender insanlar. İyiliği bir lütuf gibi görmüyorlar,  insanda olması gereken, sıradan bir özellik onlara göre, öyle biliyorlar, başka ne olacaktı ki?  Harı geçen sobaya odun atmak nasıl sıradan bir eylemse, kendiliğinden yapıverdiğiniz, işte, iyilik de öyleydi, öyle olmalıydı, insan olanın mayasında bulunurdu ve gerekli halde insan gereğini yapardı.

Hikâyemizi de burda durduralım, güzel hayallerden, bir zorluk hikâyesine geçtim çünkü zihnimiz zorluklara kayıyor. Çünkü yaşadıklarımız zor. Hikâyelerde bile kötü sona gönlümüz razı değilken gerçek hayatlarımızda iyi sonlara hasretiz, bir şey iyi bitse, artık öyle nadir ki bu  “bir mucize gerçekleşmiş” duygusu yaratıyor bizde.

Büyük yıkımın ardından bir yıl geçti. Çadırdan konteynere geçen insan evladının, buzdolabı bomboş. Elektrik faturası çok gelmesin diye dolabın fişini çekmiş. Sayaç takmışlar, her şeyini yitirmiş insandan tahsilat yapmaya çalışıyorlar. Nasıl bir derisi kalınlıktır bu. Bir yıl geçmiş, insanlar hâlâ soğuktan titriyor. Hatay, canım Hatay garip bırakılmış, “tu kaka” yapıyorlar açık açık. Bu çok korkunç gelmiyor mu size de?  Bir yılın sonunda görünen manzara der ki, yeniden büyük bir yardım kampanyasına ihtiyaç var..

Yaralıyız, yalnızız. Büyük yıkımı yaşamış, yıkımdan sağ kurtulmuş, sevdiklerini, canlarını yitirmiş insanlarımız ise ağır yaralı. Kendimizi gece vakti, ıssızlığın, tipinin ortasında çaresiz kalmış hissediyoruz. Hepimizin ihtiyacı olan küçük bir kulübenin sağlayacağı sıcaklık ve güven duygusu ve hepimizin ihtiyacı koşulsuz çıkarsız sıradan olması gereken iyilik ve sevgi. Başka türlü nasıl iyileşir insan.