Bir Türkçe sevdalısı olan Nihat Sami Banarlı’nın “Türkçe’nin Sırları” kitabı, yıllar önce yayınlanmasına rağmen, bugün de önemini koruyor. “İçeriğindeki kırk üç yazının her birinden söz etme olanağı yok. Ancak, kitabı gelişi güzel çevirerek anılan yazılar arasında bir gezinti yapmak olası.
Türk çocuklarına Türkçe öğretmekten daha güzel görev ve daha büyük mutluluk olmadığını belirten Nihat Sami, onları, böyle bir dilin sihirli anlatımlarına yükselterek; her an, daha çok duyan, düşünen, anlayan ve yaratan insanlar olarak yetiştirmenin gerekliliğine inanır. Bu görev, yalnız öğretmenlerin değildir. Şöyle der:
“Öğretmen değil de anne ve baba iseniz, abla ve ağabey iseniz, bu sizin daha sevgili vazifenizdir. Yavrularınıza, sözlerini halk dehasının yarattığı ve bestesi yine halk sanatından yükselen ninniler söylemekten başlayarak, öğreteceğiniz en güzel şey, Türkçe’dir.”
Eski Türkler, şiirin, kopuzla söylenmesinin sebepleri üzerinde duran Nihat Sami, bunu şöyle açıklar:
“Bütün bunlar, dillerin daha ilk devirlerinde söz’e musiki katmak ihtiyacındandır. Dillerde kelimeler, uzun asırlar içinde, işte bu musikili çalışmalar sonunda nağmeleşmiştir. Düşünmelidir ki, söz’ün ses’e bu ölçüde ihtiyacı olduğunu, daha ilk insanlar, bizim kendilerine iptidai dediğimiz insanlar anlamıştır.
“İlmi Yenen Bir Vehim” başlıklı yazıda; “Güneş Dil Teorisi”nden Cumhuriyetin ilk yıllarındaki dil çalışmalarından bahsedilir. Yahya Kemal’in dil çalışmalarına davet edilmesi üzerine: “Benim yaşayan Türkçe’ye karşı vehmim vardır. Benim dilde ilmim yok yalnız böyle bir vehmim vardır. Ben bu vehimle baş başa kalmak istiyorum” şeklinde mazeret sunarak katılmaması hatırlatılır, onun bu sözünden hareketle “Vehimler sahte, hatta sahte olmayan ilimleri bile yenebilir, bu vehmi duyan ruhların büyüklüğüyle ölçülürdü.” görüşüne yer verilir.
Bu yazının bir bölümü oldukça ilginçtir:
“Gel zaman, git zaman, dilde Yahya Kemal haklı çıkıp da Atatürk, dâhiyâne bir davranışla ve mutlak bir emirle uydurma Türkçe’den tabii Türkçe’ye dönme işini yine aynı adamlara yaptırmaya başlayınca, o zamanın uydurmacıları, bugünkülerin Atatürk’e rağmen, Türkçe değildir diye dilimizden atmaya yeltendikleri nice Türkçeleşmiş kelimenin, hem de hâlis Türkçe olduğunu ispat yolunda birbirleriyle cidden gülünç bir yarışmaya girdiler.
O günler Atatürk, yine bir meclis topladı. Mecliste Atatürk’ün çok yakınında yer verilen şair Yahya Kemal’e büyük kumandan şiirlerinin birini okuması ricâsında bulundu. Bunun sebebini hemen sezen Yahya Kemal, o mecliste Ses gibi, Açık Deniz gibi yeni şiirleriyle bir kaç gazelini okudu. Şiirleri büyük bir zevkle dinleyen Atatürk, meclistekilere:
-Beyler! İşte hakiki ve güzel Türkçe budur! dedi ve aynı büyüklükle ilâve etti:
-Yahya Kemal Bey!... Hatırlıyor musunuz? Sizi dil çalışmalarına dâvet ettiğim zaman, bana: “Benim dilde ilmim değil, sadece vehmim vardır, müsâade edin, ben bu vehimle baş başa kalayım, demiştiniz. Şimdi hep birlikte anlıyoruz ki dil davası’nda siz haklı çıktınız.
Yahya Kemal, derhâl, bir incelikle doğruldu, eğildi ceketini düğmeledi ve:
- Paşam! dedi. Size karşı haklı çıkmak, çok tehlikeli değil mi?
Mustafa Kemal Paşa, bu sözdeki nükte’yi ve bu sözdeki ince vehmi, tabii çok iyi anlamıştı:
- Hayır, aslaa! diye çok samimi konuştu. Çünkü, bu aynı zamanda bizim millete ve tarihe karşı haklı çıkmamız demektir, sizin o zamanki vehminiz, bizi bugün mes’ûd ediyor.
Sonra yanındakilere döndü:
-Görüyorsunuz ya, Beyler, dedi, Yahya Kemal Bey’in vehmi sizin ilminizi mağlûp etti!..”
Atatürk’ün bu cümlesi tam bir Atatürk nüktesiydi: Cümlede vehim mi ilmin, ilim mi vehmin yerinde kullanılmıştı? Bunu ancak dinleyenlerin akılları anlayacaktı.