Mitolojinin bende uyandırdığı nasıl bir his biliyor musunuz? Uygarlık tarihi, “sanki bir insanmış” da mitoloji de onun süsü, takısı, türlü renkte, basmasından kadifesine çiçekli elbisesi, gözde değil de zihinde hissedilen keyif ve zevk hissiymiş gibi. Binlerce yıldan beri inanıyoruz. Belki de bu yüzden çok geriye gitmek istedim. Bin yıldan fazladır Müslüman olan Türklerin İslamiyet’le henüz tanışmamış oldukları Kam (şaman) oldukları dönemin, yaşayan kültürün içinde izlerinin devam ettiğini, gündelik hayatın içinde belirdiğini, iki küçük memoratla da renklendirmeye çalışarak ifade etmiştim. Şamanizm; Türklerin, Moğolların ve Asya göçebelerinin en eski dinidir. İnançlarına göre, bir yanda gökyüzünü mesken tutmuş iyilik Tanrılarına, bir yanda yer altının karanlığa gömülmüş kötülük Tanrılarına ve ağaçta, taşta, dağda, suda, ateşte, ayda, güneşte uyuyan ruhların varlığına inanırlar. İnanmak varoluşsal bir eğilimdir, devri ve terki mümkün değildir ve temel ihtiyaçlarımızdan biridir. Açıklayamadığımız hiçbir şeyi hayatımıza yerleştiremeyiz.
Şimdi hızlıca, Türk Mitolojisinden, günümüzün şehir efsanelerine geçiş yapıp, birlikte bugüne bir göz atalım. Tutunduğumuz değerlerimiz, yani inançlarımız var. İnandığımız her şey bizi biz, biri, haline getiriyor. Hepimiz inançlarımızı, hâle ya da ayla denilen bir ışık halkası gibi bedenimizin etrafında taşıyarak kendimize bir kimlik kazandırıyoruz.
Bir önceki yazıda şamanik pratiklerle şifacılık yapan birinden söz etmiştim. İnsanlar inanma ihtiyacıyla birilerine tutunuyor hatta tutunmakla da kalmıyor birlikte yollara düşüp Peru’lara kadar enerji almaya, şifa bulmaya gidiyor. Ne diyelim, şifa bulsunlar. Ama giden arkadaşlar varsa aman diyeyim, “transa girdim, ruhlar arası iletişime geçtim” diye sandığınız durum, size içirdikleri halüsinojenik etkileri olan “ayahuska (ayahuasca) çayından olmasın, dikkat edin. Karanlıkta el yordamıyla yürümeye çalışanlar, ilk çarptıklarına da hiç irdelemeden dogmatik eğilimle tutunuyor. İrdeleyebilmesi için önce karanlıktan kurtulması gerekiyor sanırım. Örnekleri çoğaltmak çok kolay. Neler var neler, siz de bilirsiniz mutlaka. Örneğin ekmeğini taştan çıkaran arkadaşlar var. Doğal taşlardan her derde deva bileklikler ve kolyeler yapıyorlar. Hatun kişi yazmış; “içinde yok yok” diyor; “Ağrı kesici, nazar, bolluk bereket, odaklanma, migren, zayıflama” bir başka doğal taş bileklik için; “bel fıtığı, sinir sıkışması” vs. aklınıza gelebilecek her şey var. Zayıflama bilekliğinin üstüne de “satmalara doyamadığım” yazmış. Buraya “gülmekten gözünden yaşlar fışkıran yüz emojisini” koymak isterdim inanın. Niye her şeyle bu kadar uğraşasınız ki, takın bilekliği her şey yoluna girsin. Takıyorlar ve inanıyorlar. Bir şeyler birazcık düzgün gitse hayatında, kolundaki taşa bağlıyor. Her şey gelecek, sağlık para aşk şifa, bitti gitti işte, hadi geçmiş olsun. Biraz gizem, biraz tılsım, pazarlama yöntemleri çok başarılı, doğum tarihini filan soruyor, sana özel diyor, diziyor boncukları dövizle satıyor sana. Kendisi de böyle zor bir zamanda bir güzel şifalanıyor döviz kazancıyla. Bu arada mevzuya dini soslar eklemeyi de unutmuyor, dualar hadisler, insanın en çok sömürüldüğüdür ya inancı, o yüzden!.. “Bakın diyor, peygamberimiz de akik yüzük takardı, bu taşlar mühim diyor, oysa doğruyu söylese diyecek ki “evet peygamberimiz akik takıyordu ama onun mührüydü bu, mühür olarak kullanıyordu, taştan medet ummuyordu. Ama tabi ki doğruyu söylemeyecek, pazarlama etiğine ters, zaten belki de doğruyu kendisi de bilmiyordur.. Memleketin safı da kurnazı da bol olunca hal böyle oluyor. Kurnazların hazırladığı uygun zeminlere, ağa takılan balıklar gibi düşen düşene. Hep inanma ihtiyacından yaşanıyor bunlar. Şarkıdaki gibi “yeter ki sen sev beni, yeter ki inan bana” diyerek çağırıyorlar.
İnanmadan bahsederken, inanmanın psikolojik etkisi, plasebo etkisinden de söz edelim. Plasebo etkisi, farmokolojik olarak etkisiz bir ilacın telkine dayalı olarak bir etki ortaya çıkarmasıdır. İkinci Dünya Savaşı sırasında yaralı Amerikan askerlerini tedavi eden ve elindeki ağrı kesici morfin tükenen Henry Beecher, askerlere morfin verdiğini söyleyip salin solüsyonu (tuzlu su) vermeye başlamıştır. Kendilerine tuzlu su verilen askerlerin yüzde kırkı, bu “tedavi” sayesinde ağrılarının dindiğini belirtmiştir. Bu plasebo etkisinin gücünü ve inanmanın, bedendeki etkisini göstermektedir.,
İnsan beyni diğer canlılarda olmayan, muhteşem zihinsel bir beceriye sahip, o da akıl. Aklımız hayatta kalmamızı sağladı. Neden sonuç ilişkileri kurduk, sorulara yanıt aradık, bulduk. Alet yapmakla başladık nerelere geldik. Anlamadığımızın peşine düştük, anlamlandırdık ve inandık. Bazıları atasından, kültüründen edindiğini ezber etti, inandı. Kimileri kafayı kırıp dehlizlerden geçerek buldu kendini inandıracağı, kendi hakikatini. Kimileri “Musa Peygamberle çobanın hikâyesi’ndeki çoban gibi içten, tüm benliğiyle inandı ve sevdi Allah’ı. Kimileri de tesadüfi buldu evrenin varoluşunu ve inançsızlığa inandı. Kimileri, “ateistim”, kimileri de “deistim ben” derken kimileri de “agnostik” olduğunu söyledi.
Yaklaşık yirmi yıl önce Amerikalı bir moleküler biyolog sekiz yıl süren araştırmalarının sonucunda “inanç genini” bulduğunu iddia etti. Bu haberin ironik boyutu ise şuydu; bu “inanç geni” buluşuna hem dindarlar hem de ateistler sahip çıkmış. Ateist bilim insanları “bu Tanrının olmadığının bir kanıtıdır” derken; dindar bilim insanları “ Asıl Allah’ın insan vücuduna nüfuz ettiğini ve gücünü gösterir” demişler. Buraya da bir tebessüm bırakarak diyorum ki, nesnel bir tartışmada bile insanların düşünceleri, inançları bağlamında nasıl şekilleniyor. Öte yandan arı bir inanç taşıyan insan farkında olmadan, pozitif psikolojinin iyi oluş kurallarını uygular. Evrenle bütünleşme duygusunu hissettiğinde ve iç huzurunu yakaladığında, mutluluk hormonları salgılamaya başlar. Hatta bununla ilgili olarak Budist rahipler üzerinde yapılmış deneyler var.
İnanç, insanın kişisel ve düşünsel özgürlük alanı, kimin neye inandığından daha mühimi; inancımız kişiliğimize ne katıyor, bizi kim, nasıl biri yapıyor, kimliğimize nasıl şekil veriyor. Kendimize, çevremize, dünyaya fayda sağlayabiliyor muyuz? İnsanların, diğer canların, doğanın iyiliğine katkımız var mı? Artı değer üretebiliyor muyuz? Adil miyiz, dürüst müyüz, barışsever miyiz, içimizde sevgi var mı boyutu ne kadar? Kim olursak olalım, neye inanırsak inanalım,” iyilik, sevgi ve iyi insan olmak” olsaydı gelmiş gitmiş olan ve yaşayan herkesin gayesi, ne savaşlar ne de korkunç zulümler yaşanmamış olurdu dünyamızda.
“Gün geçtikçe artar odum” diyen Yunus Emre’yle veda edelim bugün;
Ne varlığa sevinirim,
Ne yokluğa yerinirim
Aşkın ile avunurum,
Bana seni gerek seni…