Mesele kitabın kendisi değildi. Epey zaman önce kitabı okumuştum. Ama şimdi konusunu dahi, doğru dürüst anımsayamıyordum. Bu arada kitap Barış Bıçakçı’nın kitabıydı ve ben onun “Sinek Isırıklarının Müellifi” kitabını daha çok sevmiştim. Ne diyordum; Bizim büyük çaresizliğimiz, diyordum. Mesele; bizim büyük çaresizliğimizdi işte. Mesele kitabın kendisi ya da içeriği değildi. Benim takıldığım; bizim büyük çaresizliğimiz ve dünyanın büyük utancıydı. Şimdi de ikisini birlikte tekrar ediyordum. Bizim büyük çaresizliğimiz, dünyanın büyük utancı.. Çaresizlik olarak ifade ettiğim, birey olarak, sıradan bir vatandaş olarak günlerdir süren ölümleri durduramayışımız. Dünyanın her yerinde Protestolarla, gösterilerle savaş karşıtı insanlar kendilerini ifade etmeye çalışıyorlar ama katliam sürüyor ve çaresiz hissettiriyor.
Çaresizlik duygusuna uzun süre takılıp kaldığımızda, kafesten kaçmak isteyen kuş gibi zihnimiz de başka konulara kaçıyor, kaçmak istiyor; Günler geçiyor, yağmur yağmadı diyorum kendi kendime, sonbahar hem bitiyor, hem gelemedi diyorum, ekim ayı çok sıcak geçti, ağaçlar uykuya geçemedi diyorum. CHP genel başkanı, artık Özgür Özel oldu, bir anlığına bunu da diyorum. Hem LGS hem de YKS sınav tarihleri belli oldu. LGS 2 Haziran’da. YKS 8-9 Haziran’da gerçekleşecek, her yıl memleketin bir gurup çocuğu bu ateşten halkaların içinden geçmek zorunda da diyorum.
Sonra yine “Bizim Büyük Çaresizliğimiz” geliyor aklıma, hep gelecek. Yine itmeye çalışıyorum.
Hadi başka bir şey konuşmaya çalışalım. Kitapların isimleri önemliymiş, dikkat çekici, merak uyandırıcı olması gerekirmiş. Kapak tasarımları ve arka kapak yazıları da öyle. Kısa süreli bir atölyede, kitapların yayın süreciyle ilgili bir takım bilgiler edinmiş, küçük çaplı pratikler yapmıştık. Bir gün, herkesin yanında getirdiği bir kitap vardı. Ben o gün, sevdiğim ama özellikle seçmediğim elime ilk gelen kitaplardan birini, yanıma almıştım. Kitabım Yaşar Kemal’in İnce Memed’i idi. Dörtlünün 1.kitabı. Hepimiz getirdiğimiz kitapların arka kapak yazılarını okuduk. Sonra da herkes getirdiği kitaba kendisi bir arka kapak yazısı yazmayı denedi. “İnce Memed” için hayâli de olsa arka kapak yazısı yazacağım hiç aklıma gelmezdi; “Bu kitap, dünyada kırktan fazla dile çevrildi. Niye bu kadar sevildi; Yaşar Kemal’in, okurken, şiire dönüşen betimlemeleri, okuduğunuz destansı hikâyeyi, zihninizde görsel bir şölene dönüştürüyor. Zulüm, insanlık tarihinde yüzyıllardır, insanlığın derdi olmuştur. Çoğumuzun, içimizden çıkmasını hayal ettiğimiz kahraman, İnce Memed’te vücut bulmuştur. Belki de bu yüzden İnce Memed’i tüm dünya sevmiştir, belki de ‘gerçek’ten daha gerçek hissi verdiği için ve belki de zulmün karşısında cesaretin ve umudun, büyük kor bir ateş olup, zulmü yakabildiğini gösterdiği için…” şeklinde bir yazı yazmışım. Sonradan okudum, “zorla yazılmış gibi” diye düşündüm. Sonra, zaten, zorla olduğunu farkettim. Biri, yazın, süre bu kadar, demişti ve yazmıştım. Yazmak, yalnızlık isteyen bir iş bence. Neyse..
İçimizden çıkmasını istediğimiz kahraman çıkmıyordu. Çıksa bile, bitmeyen, sürekli çoğalan zulmün karşısında tek başına, çaresiz kalıyordu ve ben yine aynı yere dönüyordum. Bizim büyük utancımıza..
Kitapların isimleri önemliymiş. Filmlerin isimleri de önemli mi? Yıllarca 2. Dünya savaşı filmleri seyrettik. “Hayat Güzeldir”, “Çizgili Pijamalı Çocuk”, “Jakob’un Yalanları” ve daha birçoğunda, bir film kurgusunda tek bir çocuğa odaklandık, üzüldük, savaşı lanetledik. İnsanlığın yaşadığı trajediden utandık. “Jakob’un Yalanları” zihnimde bir film adı olmaktan çıkıyor başka bir anlama bürünüyor.
Başka şeyler konuşmak istiyorum, olmuyor. Yine aynı yere geliyorum, dünyanın büyük utancına… Filistinli kadınlar çocuklarının kollarına isimlerini yazıyorlarmış. Birazdan ya da yarın ölürlerse kimlikleri tespit edilebilsin diye. Nasıl bir ruh haliyle yapılır bu? Birleşmiş Milletler, Gazze’de 7 Ekim’den bu yana İsrail saldırılarında her 10 dakikada 1 çocuğun öldürüldüğünü,2 çocuğun yaralandığını açıklamış, 193 üye ülkenin bulunduğu Birleşmiş Milletler açıklamış… Başka bir haberde, her gün 500 çocuğun ya öldüğünü ya da yaralandığını okumuştum. Düz hesap. Sadece bir sayı. Bir günün sabahına, korkuyla gözünü açan 500 çocuk akşama ya yaralı ya da cansız, yok.
Sevdiği çizgi filmi seyrederken annesinin kendisine seslenişini duymayanlar, uyumadan önce emziğini arayanlar, aramayıp parmağını emenler, oyuncak trenleri, patates kızartmasını sevenler, ablasının küçülenlerini giyenler, resim defterinin yapraklarını çabucak bitirenler, konuşmaya yeni başladığı için kelimeleri henüz doğru söyleyemeyenler, akşama yoklar artık.
Sizin çocuğunuz yeni yeni konuşmaya başladığında, hangi kelimeleri yanlış söylüyordu da gülüyordunuz? Suya ne diyordu mesela? Küçükken suya; ‘buf’ diyeni de ‘düdü’ diyeni de gördüm. Yoğurda ‘roort’ kitaba, ‘tikap’ diyeni de. Hoşumuza giderdi, hâlâ zaman zaman tebessümle hatırlarız. Tebessüm mü dedim, hangi coğrafyada?..
Sapkınları, katilleri, canileri alıp atsak dünyadan, geriye kalan herkes aynı, sadece insan. Gözleri çekik bir uzak doğulu ya da siyahi bir Afrikalı, yarımküresi, ülkesi, ırkı ne olursa olsun geriye sadece insan kalır. İnsanlar aynıdır, yediği değişir, acıktığı değişmez, sevinç herkesin yüzünü güldürür, kaygı, merak, heyecan, bunların tanımı herkesi kapsar. Acının sesi, feryadı da aynıdır, anlamak için dil bilmek gerekmez. 2023’ün bir türlü gelmeyen sonbaharında yaşanan, bu utanç da bütün dünyanın hepimizin utancıdır…