Cenap Şehabettin’in “Tiryaki Sözleri” içinde biri vardı: “İyiliği, yalnız iyiler anlar, kötülüğü herkes.” Acaba öyle mi? Kötülüğü herkes anlasaydı, kötülük kalır mıydı? Hangi din, hangi inanç, hangi ırk olursa olsun, göstere göstere, ilan ede ede, başa kaka kaka hatta “gözüne dursun!” diye diye iyilik etmenin yeri olmasa gerek. Sonu Ömer Seyfettin’in “Diyet” hikayesine dönerdi.
Hani “Sağ ellin verdiğini, sol el görmemeli” diye bir sözümüz var. Ne güzeldir Ata sözümüz: “İyilik yap denize at, balık bilmezse Halik (yaratan) bilir.”
Cemil Meriç, şöyle yazmıştı: “İyilik eden mükâfat beklediği an tefecidir.” Şeyh Edebali’nin “İyiliğe iyilik her kişinin, kötülüğe iyilik er kişinin, iyiliğe kötülük ise şer kişinin işidir,” sözün deki hikmet de budur.
Epictetos’in Firigyada köle olarak doğduğu, Antik Roma’da yaşadığı söylenir. Diyor ki: “Güneş, ışık ve sıcağından yarar sağlamak için kendisine yalvarılmasını beklemez. Sen de güneş gibi ol, beklenilen iyiliği senden istenilmeden yap.”
Biraz önce iyilik yapmanın dini, inancı, ırkı yoktur, demiştim. İnsanı “Eşref-i mahlukat yapan yani yaratılmışların en onurlusu kılmanın sırrı bu.
İzzet Baysal’a Hayatı boyunca yaptığı hayırlardan hangisinin daha anlamlı ve değerli olduğu sorulması üzerine, "Halkımızın ve gençlerimizin bakışlarında hissettiğim sevgi, bunların hepsine bedeldir," demişti.
Evet, yaşadığı sürece yoksula, yetime, yolda kalmışa, öğrenciye yardım eden, onları doyurup giydiren, barındıran, yolunu açan, gözeten, koruyan kimselerin armağanı, öbür dünya için sevap, bu dünya için huzur olacaktı.
İnsan, hayatı boyunca ihtiyaç sahiplerine ve toplum yararına çalışanlara destek olmalıydı. İnsanoğlu için kalıcı olan, bir hadis-i şerifin öğretisiydi: “Bir insanın gerçek zenginliği, onun bu dünyada yaptığı iyiliklerdir.”
İyilik etmek için maddi gücünüz olmayabilir, Eliniz, ayağınız tutmayabilir. Ama bir tatlı sözünüz, bir tatlı tebessümünüz, bir sevecen bakışınız da mı yoktu, diye sorabilirsiniz.
Kuşkusuz vardır. Ya da atalarımızda böyleleri, eserleri ile yaşıyordur. Ama yine de keşke her ilimizin bir İzzet Baysal’ı olsa, diye düşündüm. “Ne verirsen elinle, o gider seninle” sözü daha da derinleşti, anlamlar yükledi
İzzet Baysal’ın altın öğütlerini okumuşsunuzdur. Ama bu fırsatı bulamayanlar için paylaşmak istedim:
“Düşünmeye vakit ayır, düşünce güç için kaynaktır.
Eğlenmeye vakit ayır, eğlence gençliğin sırrıdır.
Okumaya vakit ayır, okuma bilginin pınarıdır.
Duaya vakit ayır, dua güç anlarda direnmenin desteğidir.
Sevmeye vakit ayır, sevme yaşamı tatlı kılan şeydir.
Anlaşmaya vakit ayır, anlaşma yaşama güzel bir tat verir.
Gülmeye vakit ayır, gülme ruhun güzelliğidir.
Vermeye vakit ayır, verme günün aydınlığıdır.
İşini iyi yapmaya vakit ayır, iyi işi kişiyi saygın yapar.
Teşekküre vakit ayır, teşekkür yaşam pastasının kremasıdır.”
İzzet Baysal, 1907 yılında Bolu’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Bolu’da, yüksek öğrenimini İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde Mimar olarak tamamladı.
İzzet Baysal’ın yaptırdığı hayırlar, köy sağlık evlerinden tam teşekküllü hastanelere, camilerden huzurevlerine, kreşlerden üniversiteye kadar uzandı.
1994 yılında Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından "TC Devlet Üstün Hizmet Madalyası" ile onurlandırıldı. Bolu Abant İzzet Baysal Üniversitesi, ODTÜ, Mimar Sinan Üniversitesi, Hacettepe Üniversitesi ve Anadolu Üniversitesi senatoları "Eğitimde Onursal Doktora" payesi vermişti. TBMM 2006 Yılında İzzet Baysal Vakfına TBMM Üstün Hizmet Ödülü vermişti.
İzzet Baysal, 5 Mart 2000’de vefat etti. Bakanlar Kurulu kararı ile kampüsteki anıtmezarına, çok sevdiği üniversite gençliğinin ve halkımızın kalbine defnedildi.