Kazanırken kaybetmek...
Siyasetçiler, final günü yaklaştıkça keman yayı gibi gerdikçe geriyor ortamı. Hiç sağlıklı bir hal değil bu.
Hayat 17 Nisan'da ve sonrasında da devam edecek. Yine hep birlikte, aynı ülkede yaşayacağız. Sonraki seçimlerde yine aynı sandıkta oy kullanıp, sandıktan çıkan sonuca riayet ederek günlük hayatımızı sürdüreceğiz.
Bugün her taraftan oluşturulan hava; sanki 17 Nisan'da "kaybedeni" sayılacak milyonlar ülkeyi terk edecek veya köşe bucak saklanıp, sinip kaderlerine razı olmak zorunda kalacakmış gibi bir puslu hava. Puslu ve gergin...
* * *
Mesleğimiz gereği, tüm siyasilerin açıklamalarını en ince ayrıntılarına kadar takip eder, kendimizce analizini yaparız. Yukarıda kabaca dile getirdiğim endişelerimin oluşmasının sebebi işte o açıklamalarda yatıyor. Anayasa'nın değişecek maddelerinin ülkeye neler getireceğinden çok, başka argümanlar ve suçlamalar ön plana çıkınca, sokaktaki "ötekileşme" git gide gergin bir hal alıyor. Zaman zaman meydanları da dolaşıyoruz. Siyasetçilerin peşinde değil, çünkü orada oluşan hava pek gösterge olmuyor. "Bindirilmiş kıtalar"la yapılan meydan çalışmaları sadece görüntüyü kurtarıyor.
Bu saatten sonra, yükselen tansiyonu düşürüp, sandıktan çıkan her sonucun meşru olduğunu anlatmakla geçirmeli siyasetçiler. Çünkü, anayasa maddelerini anlatma fırsatını çoktan kaçırdılar.
Keşke; Anayasa Komisyonu'nun çalışmalarından tutun da, TBMM Genel Kurulu'ndaki tartışmaları da takip edebilseydik TV ekranlarından. Ve sonrasında da sadece Anayasa'nın değişecek maddelerinin ne tür avantajlar getirebileceğini konuşabilseydik..
* * *
Benim görevim, iliklerime kadar hissettiğim tehlikeye dikkat çekmek. Oluşan hava, özellikle kolay tahrik olabilen ve saldırganlaşabilen insanlar üzerinde "saatli bomba" etkisi yapıyor, bunu özellikle sorumluluk makamındakiler iyi anlasın.
Sonuç ne çıkarsa çıksın "ülke kazandı" diyebilecek bir demokrasi kültürüne sahip değiliz çünkü. Bazı zaferler, kazanılandan çok şeyin kaybedildiği yıkıcı etkiler yapabiliyor. Önümüzde Irak, Libya, Suriye gibi örnekler var. O insanların daha 5 yıl öncesine kadar aynı sokakta yürüyor, aynı esnaftan alışveriş yapıyor, aynı düğünde eğleniyor, aynı kazanda pişmiş aşa kaşık sallıyordu... Bir anda birbirlerinin gözlerini oymaya nasıl başladılar, hiç düşünüyor muyuz?
16 Nisan gecesi, sandık başında bir diğerine bırakın şiddet uygulamayı, diş gıcırdatan bile bu ülkenin düşmanıdır, provokatördür. Bunun bilinciyle, "maksimum şeffaflık ve güvenlik" içinde ulaşmalıyız sonuca.
Kimse benden, okurlarına kullanacağı oyun rengini telkin eden bir yazı beklemesin. Hiç bir zaman "bana ne"ci, "amaaan boşver"ci olmadım. Kaybedecek şeyi olmayan bir insanın sahip olabileceği kadar da cesarete sahibim. Ama insanların tek cümle ile "vatan haini" ilan edilebildiği bir ortamda susmak en isabetlisi... En büyük temennim, sandığa yüzde 90 katılım olması. Meşruiyet tartışması yapılmayacak bir huzur gecesi...
* * *
Günü; çok sevdiğim ve zaman zaman tekrar okuduğum Kanuni ile Yahya Efendi arasında geçen bir anekdotu aktararak bitirelim:
Kanunî Sultan Süleyman, devletin inişe geçip çökmeye yüz tutmasına karşı tedbirler düşünürken, süt kardeşi meşhur âlim ve mürşid Yahya Efendi'ye danışmak aklına gelir ve kendisine bir mektup gönderir.
Mektupta şöyle demektedir: "Sen ilahî sırlara vâkıfsın. Kerem eyle de aydınlat. Bir devlet hangi halde çöker? Osmanoğullarının akıbeti nasıl olur? Bir gün olur da izmihlâle (yıkılma, çökme) uğrar mı?"
Mektubu okuyan Yahya Efendi'nin cevabı hem çok kısa, hem de anlamını çözmek zor bir cümleden ibarettir: "Neme lazım be Sultanım!"
Cevabı hayretle okuyan Kanuni, buna bir mana veremez. "Acaba bilmediğimiz bir mana mı var?" diyerek kalkar, Yahya Efendi'nin dergâhına gelir.
Bunun üzerine Yahya Efendi "Sultanım! Bir devlette zulüm yayılsa; haksızlık başını alıp yürüse; işiten ve görenler de 'Neme lazım' deyip uzaklaşsalar; sonra koyunları kurtlar değil de çobanlar yese, bilenler bunu söylemeyip sussalar; fakirlerin, muhtaçların, yoksulların, kimsesizlerin feryadı göklere çıksa da bunu da taşlardan başkası işitmese; işte o zaman devletin sonu görünür. Böyle durumlardan sonra devletin hazinesi boşalır, halkın itimat ve hürmeti sarsılır. Asayişe itaat hissi gider, halkta hürmet duygusu yok olur. Çöküş ve izmihlâl de böylece mukadder hale gelir" der.
Bunları dinlerken Kanunî Sultan Süleyman, ağlamaya başlar ve söylenenleri başını sallayarak tasdik eder.
Yahya Efendi'nin sıraladığı şartlar ortada yokken, bu kadar gerilim hiç iyi değil. Öfke baldan tatlıdır ama keskin sirke de en büyük zararı küpüne verir...