Aramızdan ebediyen ayrılan sevdiklerinizi hayal ettiğiniz olur. Gah dudaklarınıza bir tebessüm yayılır. Gah, hüzünlenirsiniz gözleriniz nemlenir. Bilirsiniz ki, onu bir daha, eski deyimle ru-be-ru, yüz yüze göremeyeceksiniz.
Ama hayatta olduğunu bildiğiniz ancak uzun yıllar göremediğiniz birini büyük arzu ve özlemle görmek istersiniz. Arzunuzun yerine gelemeyeceğini bilseniz de can tükenmeden umut tükenmez. Umutlar nasiple beslenir, nasip olgusu, umutların Zümrüdüanka’sıdır ki, küllerinden tekrar tekrar doğar.
Efsane aşklar vardır, kavuşmamışlığın havası, toprağı, suyu ile yeşerir. Kavuştuklarında, Leyla ile Mecnun’da olduğu gibi aşkın kaynağı kurur, Kerem ile Aslı gibi yanar biter, kül olur.
Abdullah Yüce’nin şarkısıyla bir duygu iklimine girmeniz mümkün: “….Nasibim olsun bir yudum şarap / Sun da içeyim yarin elinden”
Bir yudum şaraptan nasip almak, beni tatmin etmez. Nasipse, bir çift göz, bir çift söz ve yüreğinizin ortasında bir yakış olmalı. Tonuslu Talibi Coşkun’un Keklik Emine için söylediği türküsü daha anlamlı değil mi?
“Nasip olsa gine gitsem yaylaya
Doya doya baksam suna boyluya
Senin için yalvarayım Mevla’ya
Belki seni bana yazar yaradan ….”
Pek çok şarkı ve türkünün kahramanı Emine’dir. Size onlarcasını söyleyebilirim. İşte Nuri Halil Poyraz’ın hüseyni şarkısı:
“Kına mı yaktın eline Emine
Geldin gelinlik çağına Emine
İşte sana düğün dernek Emine
Vursun davul çalsın zurna Emine
Diyen yok da, hani diyen olsa, bir kitap yaz ama kitabın adında Emine geçsin. Hiç düşünmeden, “Bütün Emineler Güzeldir” derdim. İstisnası olabilir gerek, arkadaşlarımda, gerek konu komşum, akrabalarım arasında olan Eminelerin hepsi güzeldi.
Dönelim Talibi Coşkun’a: Nasip olup yine gitti mi, gitmedi mi bilmiyorum ama Mevla, Keklik Emine’yi Talibi’ye nasip etmedi. 12 Mart 1976’da Ankara’da bir parkta sevdiğine kavuşamamış diğer âşıklar gibi gözleri açık hayata veda etti.
Derler ki, eğer nasip ederse Mevla; el getirir, yel getirir, sel getirir. Nasip etmez ise Mevla; el götürür, yel götürür, sel götürür.
Dahası var: Nasipse gelir Hint’ten Yemen’den, nasip değilse ne gelir elden? Bu sözün pek çok hisse alabileceğimiz kıssası var. Onlardan birini size aktarayım:
Ege adalarından sanırım Sisam’ın zalim bir kralı varmış. Yeni yaptırdığı bir bağa üzüm kütükleri diktiriyormuş. Bir an önce bitmesi için kölelerin baskı yapıyormuş Bitkin düşen kölelerden biri, krala:
“Siz bu bağın üzümlerinden yapılacak şarabı hiçbir zaman içemeyeceksiniz,” deyivermiş. Kral biraz kızmışsa da sesini çıkarmamış. Üzümler yetişip şarap olduktan sonra, kral köleleri toplamış, bağın üzümlerinden yapılmış bir bardak şarap istemiş. Şarap bardağını eline alarak, kehanetçi köleye:
“Benim bu şaraptan hiçbir zaman içemeyeceğimi tekrarlayabilir misin? diye sormuş. Köle şöyle cevap vermiş:
“Dudak ile bardak arasındaki mesafe çok uzundur. O arada başınıza neler gelebileceğini de bilemem!”
Köle sözlerini bitirir bitirmez, bu arada bağa bir domuzun girdiği ve asmaları kırıp döktüğünü söylemişler. Kral dışarı fırlamış. Kral ve domuz arasında mücadele başlamış. Sonunda yaban domuzu mızrak gibi dişleriyle, kralının karnını yarıp ölümüne sebep olmuş.
Kral bostanda, bardak masada kalmış... Bu olayın ne güzel anlatımıdır: "Nasip ise gelir Hint'ten Yemen'den, Nasip değil ise ne gelir elden?"
Siz yine de nasibinizi başka yerlerden beklemeyiniz. Hiçbir şeyi çantada keklik değil. Sıkıca asılın nasipten beklediğinize. Hayata asıldığınız gibi...