Önceki hayatlarına, henüz içi doldurulmamış, yeni, bambaşka sayfalar eklendi. Kimilerini aileleri elleriyle getirdi, emanet etti kalacakları yurtlara. Kimileri gece serininde, şehirlerarası bir otobüsün cam kenarı bir koltuğuna yerleşti, burnunu cama yapıştırıp el salladı annesine babasına, bagaja vermediği sırt çantasında, annesinin yolda yersin diye yaptığı börekler hâlâ ılıkken. Bagaja verdiği valizindeyse, kişisel eşyalarının yanında yatan sımsıkı ambalajlanmış saklama kaplarında sarmaları, kavanozlarda reçeli, balı, turşusu vardı. İtiraz edip almadığı bir kısım ne ise evde kalmıştı. Ama o anne ne yapar eder kargolardı evladına onları. Anneler babalar dua etti can parçası evlatlarının ardından, kötülüklerden korunsunlar, iyilerle karşılaşsınlar diye.
Yurt odasına girdin çocuk, hayatında ilk kez gördüğün insanlarla aynı odada uyuyacaksın. Arkadaşlıklar kuracaksın. Başının çaresine bakmayı öğreneceksin, hayal kırıklıkların da olacak, sevinçlerin de, deneyimleyeceksin, çalışacaksın, aşık olacaksın büyük ihtimalle, yaşarken öğrenecek, öğrenirken büyüyeceksin. Umarım hep iyilerle karşılarsın çocuk.
Kayseri’de bir doktorum, Gaziantep’te, eczanesine girip bir kez bile ilaç almadığım bir eczacım, Denizli’de bir öğretmenim, Manisa’da hemşirelerim, İstanbul’da avukatlarım, diş hekimlerim var benim. Bu çocukları yıllar önce bir müddet müdürlük yaptığım, bir kız öğrenci yurdunda tanımıştım. Çok ama çok güzel çocuklar sevmiştim o yurtta, evlat sever gibi. Yıl 2015’ti, ben de deneyimliyordum.
Kantinde ve ortak kullanılan mutfakta, öğrencilerin raflarını paylaşarak kullandığı buzdolapları vardı. Hem kendi aldıkları yiyecek, içeceklerini koyuyorlardı, hem de annelerinin gönderdiklerini.
Bir gün bir öğrencim, dolapta annesinin gönderdiği içli köfteyi bulamadığını söyledi. Nasıl olurdu, başka bir rafa karışmış olabilir miydi? Yoktu, çocuğun içli köftesi kayıptı. Biri almıştı ama kim? Rahatsız olmuştum. Mutfakta güvenlik kamerası olmadığı için konuyu hemen çözemedim ancak kantinde güvenlik kamerası da vardı, buz dolapları da. Eğer biri hırsızlık yapıyorsa, kantindeki dolaplardan da bir şeyler aşırıyor olabilirdi. Kamera görüntülerini takibe aldım. Günlerce izledim. Benim bu görüntülere odaklandığım o günlerde başka bir olay yaşandı. Hukuk öğrencisi İrem’in 100 lirası kaybolmuştu. Yurtta bir hırsız vardı. Ve nihayet onu bulmuştum. Gece nöbetçisi kadın personel hırsızlık yapıyordu. Kamera görüntüsünde izlediğim şey karşısında şok olmuştum. Kadın gece, kantin bomboşken, çocuklar uykudayken buz dolabını açıyor, elindeki kahve kupasına uzunca bir adet kabak dolması indiriyor, yüzü kameraya dönük, kupadaki dolmadan ısırarak odasına doğru gidiyordu. İnanamadım, bu nasıl bir hainlik, nasıl bir adilikti. Bir öğrenci çocuğa, annesinin yapıp gönderdiği yemeği nasıl çalabiliyordu. İrem’in parasını da o çalmıştı, görüntülerde paranın kaybolduğu saatlerde odaya giren ve çıkan tek kişi oydu. Kötülerle karşılaşmasın diye dua ettiğimiz çocuklarımız, o yıl kaldıkları yurtta kötü, çürük biriyle karşılaşmışlardı.
Aynı yurtta çalışan başka birinden de 1966 doğumlu emektar Hediye’den de söz edeceğim; On yıl boyunca sigortasız çalışmıştı, emekli olabilmesi çok zor, çok uzun bir yoldu Hediye için. İşe başvuran adaylar arasından Hediye’yi istemiştim, iyi ki de istemişim. Hediye bir dağdı benim gözümde. Öyle sağlam, öyle güçlüydü. Toprak gibi, çınar gibi, rüzgâr gibiydi Hediye. Az konuşur, alçak sesle konuşur, çok gülümser, çok çalışırdı. Ölçülüydü, asildi, dürüsttü, onurluydu. Kimseden herhangi bir talebi olmaz. Kimseye sıkıntılarını anlatmaz, dert yanmaz, duygu sömürüsü yapmazdı. İlkokul mezunuydu Hediye, sosyal medya hesapları yoktu Hediye’nin. Ziyafet sofralarında çekilmiş fotoğrafları da, tatillerde çekilmiş fotoğrafları da yoktu onun. Saat 07.00’de işbaşı yapar. Güneşli’den Çapa’ya gelirdi. Akşama kadar iner çıkar, taşır toplar yıkar temizler. Kan ter içinde uğraşır, dizinde derman kalmaz kimi zaman, sinirleri sıkışmış elleriyle didinir durur, arada Cerrahpaşa’ya giderdi eline iğne yaptırmak için Hediye. Bazen de işi gücü yarım bırakıp mutfağa koşturur, “403’deki Burcu hasta olmuş, ona çorba yapacağım” derdi örneğin. Muhtemelen akbiline yükleyeceği üç beş kuruşundan ayırır, çorba malzemesine harcardı. Akşam olunca hızlı hızlı kalabalık otobüslere doğru seğirtirdi emekçi Hediye. Artık sigortalı bir işte çalıştığı için bankadan kredi kartı almıştı Hediye. Birikmiş borçları vardı Hediye’nin. Yanıma geldi bir gün, birlikte kredi başvurusu yaptık, olmadı. Banka dedi ki Hediye’ye “üç beş ay daha kullan bakalım kredi kartını, ondan sonra düşünürüz.” O günden sonra sanki yüzündeki gölge derinleşti Hediye’nin. Okutmaya çalıştığı bir kızı vardı; “adalet” okusun istiyorum diyordu, adaleti olmayan bu haksız düzende adaleti bir gün bulmayı umarak belki de. Uzun zaman çalıştı yurtta Hediye, sonra İstanbul’dan taşındı gitti. Hiçbir şeyini olduramadığı her şeyin, tek sorumlusu İstanbul’muş gibi. Buruşuk bir 5 lirayı avucuna sıkıştırır gibi, cılız umudunu avucuna sıkıştırıp gitti buralardan Hediye. Antalya Serik’te tuttuğu bir eve taşındı. Şimdi ne mi yapıyor, beş yıldızlı bilindik zincir otellerden birinde, oda temizlemeye devam ediyor. Hediye, banyolardan topladığı kirli havluları kirli arabasına atarken avucundaki buruşuk umudunu da atmış mıdır kirlilerin arasına, hâlâ sımsıkı tutuyor mudur sizce?...
Çok ama çok güzel çocuklar sevmiştim, o kız öğrenci yurdunda. Nefretle andığım çürük kalpli bir insanla da karşılaşmıştım orada, Hediye gibi kalbime sızı olan biriyle de. Yıl 2015’ti…