Mavi, masmavi bir ışık

Abone Ol

Güya yazacaktım ki; “Mavi, maviydi gökyüzü / Bulutlar beyaz, beyazdı / Boşluğu ve üzüntüsü / İçinde ne garip yazdı…” Sonra Ahmet Hamdi Tanpınar’dan söz edecektim:

Ne içindeyim zamanın,

Ne de büsbütün dışında;

Yekpare, geniş bir anın

Parçalanmaz akışında.

Bir garip rüya rengiyle

Uyuşmuş gibi her şekil,

Rüzgârda uçan tüy bile

Benim kadar hafif değil.

Başım sükutu öğüten

Uçsuz bucaksız değirmen;

İçim muradına ermiş

Abasız, postsuz bir derviş.

Kökü bende bir sarmaşık

Olmuş dünya sezmekteyim,

Mavi, masmavi bir ışık

Ortasında yüzmekteyim… “

İşin doğrusu, ne denizin, ne ışığın mavisini gördüğüm yok. Geçen yılın sonbaharında, ayrılırken ömrüm yetecek de bahara dönecek miyim endişesi vardı. Bahara doğru, galiba bu yıl da yazlığa gidebileceğim umuduyla doldum. Ama, maçın son dakikalarında yediğimiz çalımla saha dışında kalıverdik. Bu yıl mavi yok.

Hayal dünyasında bir an geliyor çayır çimenlere sarılıveriyorum. Bir  anda on beş, on altılı yaşlara kanca atabilmek için dal arıyorum: 

“Sen akşamlar kadar büyülü, sıcak,

Rüyalarım kadar sade, güzeldin,

Başbaşa uzandık günlerce ıslak

Çimenlerine yaz bahçelerinin.

Nice yazlar yaşadım. Pek çoğunuz da yaşamıştır kuşkusuz. Başınızı kaldırıp, beyaz beyaz bulutları izlemişsinizdir. Ya da bir ikindi zamanı çınar gölgesinde iki bakışın hülyası içinde erimişsinizdir. İşte şuranızda bir yakışı duyumsayıp elinizi bağrınıza götürmüş, hüzün yumağı sarmışsınızdır:

“Mavi, maviydi gökyüzü

Bulutlar beyaz, beyazdı

Boşluğu ve üzüntüsü

İçinde ne garip yazdı…

Garip, güzel, sonra mahzun

Işıkla yağmur beraber,

Bir türkü ki gamlı, uzun,

Ve sen gülünce açan güller,

Beyaz, beyazdı bulutlar,

Gölgeler buğulu, derin;

Ah o hiç dinmeyen rüzgâr

Ve uykusu çiçeklerin.

Mor aydınlıkta bir çınar

Veya kestane dibinde;

Mahmur süzülen bakışlar

İkindi saatlerinde…

Birden gülümseyen yüzün

Sabahların aynasında

Ve beni çıldırtan hüzün

İki bakış arasında.

Hakkında kırka yakın inceleme kitabı çıkmıştı.  O, çağdaşlaşma sürecinde bireyin, geleneksel kültürle modern kültür arasında sıkışması, yaşadığı çatışma, bunun toplum hayatına yansımasını romanlarında işlemişti.

Sevgili dostlarım ebetteki Ahmet Hamdi Tanpınar’dan söz ediyorum. 23 Haziran 1901’de İstanbul’da doğdu. Çocukluğu, kadı olan babasının görev yaptığı Ergani, Sinop, Siirt, Kerkük ve Antalya'da geçti. Annesini Kerkük'ten yaptıkları bir yolculuk sırasında 1915'te tifüsten kaybetti. Lise öğrenimini Antalya'da tamamladıktan sonra yükseköğrenim için 1918'de İstanbul'a geldi. Baytar mektebine girdi. Ama devam etmedi.

Darülfünun-ı Osmani’nin (İstanbul Üniversitesi) Edebiyat Fakültesi’ni bitirdikten sonra, Erzurum, Konya ve Ankara, İstanbul‘daki liselerde öğretmenlik yaptı. Ahmed Hâşim'in vefâtıyla boşalan "estetik mitoloji" derslerini vermek üzere 1933'te Sanayi-i Nefise'ye tâyin edildi. Tanzimat'ın 100. yıldönümü dolayısıyla 1939'da eğitim bakanı Hasan Âli Yücel'in emriyle edebiyat fakültesi bünyesinde kurulan "19'uncu asır Türk edebiyatı" kürsüsüne, doktorası olmadığı hâlde, "yeni Türk edebiyatı profesörü" olarak atandı.

1942 ara seçimlerinde CHP’den Maraş Milletvekili oldu. 1946 seçimlerinde tekrar aday gösterilmeyince bir süre Milli Eğitim Müfettişliği yaptı. Güzel Sanatlar Akademisinde tekrar derse girmeye başladı. 1949’da da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne döndü. Bu görevdeyken 23 Ocak 1962’de geçirdiği kalp krizi neticesinde İstanbul'da vefat etti. Rumelihisarı Âşiyân Mezarlığı'nda Yahya Kemal'in mezarının yanı başına defnedildi.

Yazıyı uzattım. Uzun yazılarda hoşlanmadığınızı bilmiyor değilim.   Birkaç cümle romanlarından söz etmek isterim. O da yarına kalsın.