Nazım Hikmet’in az bilinen yönleri

İdeolojik “fikr-i sabit”likle ister göklere çıkaralım, isten yerden yere vuralım. Nazım Hikmet, fıkra, roman, tiyatro ve sinema alanlarında da büyük bir sanatçıydı. Ayrıca ressam yönü de vardı. Ama şairliği baş tacıydı.

Abone Ol

Annesi Celile Hanım da ressamdı. Hapishanede geçirdiği yıllarda, karakalem portreler yapmaya başlamıştı. Pek çok pastel, guvaş ve yağlı boya resimlerinde hapishane manzaralarını yansıtmıştı. Birlikte yattığı, sonradan çok ünlü bir ressam olacak olan Balaban’ın resim yeteneğini keşfedince, malzemelerini ona vermişti.

1929 yılında başlayan ve 1930’lu yıllarda süren, özellikle Nazım Hikmet’in Orhan Selim imzasını kullandığı yazılardaki Peyami Sefa, Orhan Seyfi Orhon, Yusuf Ziya Ortaç ve daha başka gazeteci, şair ve yazarlarla polemikleri, bu türün en büyük edebî örnekleri asanda yer alıyordu.  Bu fıkralar Türkçe’nin çok güzel kullanıldığı, şiir gibi yazılardı.

Nazım Hikmet’in göz ardı edilen bir yönü de romancılığıydı. "Kan Konuşmaz", "Yeşil Elmalar" ve "Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim" adlı romanları, sıradan çala kalem yazılmış romanlar değildi. Birer edebi değer taşımaktaydı.

Nazım Hikmet’e sahip çıkmak, belli bir kesimin tekelinde kaldı. Onlar da at gözlüğü ile bakmışlardı. Dar açılarından görebildikleri kadarıyla Nazım Hikmet’ten söz etmişler ve kullanmışlardı.  Oysa bir bütün olarak Nazım Hikmet’i tanımak, eserlerini bütün olarak ele almak, okumak ve tanıtmak gerekliydi.

Onu ülkemizde yinelene yinelene oynanan, çoğunluğu dünyanın dört bir yanında oynanan otuzüç oyun yazarını, yalnızca şair olarak anmak haksızlık olsa gerekir. Satırbaşlarıyla, tiyatro ve sinema emekçisi Nazım Hikmet’ten söz etmek istiyorum:

Nazım Hikmet geleneksel Türk seyir sanatlarıyla çocuk yaşlarında tanışmıştı. Sünnet düğününde Karagöz ve Meddah’ı izlemişti. İlk opereti  Birinci Dünya Savaşı içinde, İstanbul’da seyretmişti. Henüz on üç on dört yaşlarındaydı. O günler, İstanbul halkı süpürge tohumu ile karnını doyurmaktaydı. Ama bu operette, harp zenginleri Miloviç adlı kadına beş yüzlük banknotlardan yorganlar dikiyorlar, sigarasını bin liralıklarla yakıyorlardı. Nazım bu operetten nefret etmişti.

İstanbul işgal atındaydı. Anadolu’da ilk kurtuluş kıvılcımları çakıyordu. Nazım Hikmet’in şiirlere yayınlanmaya başlamıştı. Dürülbedayi’nin oyunlarını kaçırmıyordu. Eliza adlı  Ermeni oyuncuya vurulmuştu.  Eliza’yı kendi yazdığı piyesi oynarken seyretmek hayalleri kuruyordu. Bu platonik aşk ve hayal ona “Ocakbaşında”yı yazdırmıştı. Ancak, Darülbedayi’ye veremeden Anadolu’ya kaçması, ulusal kurtuluşa katılması gerekmişti.

Ankara’da 921 kışında, soğuktan titreyerek, Otello Kâmil’in oynadığı Şekspir’i seyretmişti. Kısa bir süre de olsa Bolu’da Vâlâ Nureddin’le birlikte öğretmenlik yaptığı sırada, “Taş Yürek” adlı bir piyes daha yazmıştı.  Piyeste, köylü bir deli,  köy ağasının köy odasına konuk oluyordu. Konuşulanları dinliyordu. Köylüler ağa için taş yürekli herif, diyorlardı. Deli, gece ağayı boğuyor, göğsünden taş yüreğini çıkarmak istiyor, ama bir şey bulamıyordu. “Tüh,” diye haykırıyor, “Herifin yüreği yokmuş!” diyordu.  

Nazım ilk opera ve baleyle Moskova’ta tanıştı. Operayı sevmemişti. “Ama ders almadım değil. Aldım. Hem yalnız dram yazarlığı alanında değil, şiir yazmak işinde de, hatta günlük hayatımda operanın bana verdiği, daha doğrusu tersine verdiği derslerden yararlandım. Sanatta ve hayatta kestirmeliğin, sadeliğin, süssüzlüğün, yaldızsızlığın ve kadifesizliğin gerektiğini ‘Bolşoy’da seyrettiğim operalardan öğrendim.” demşti. Ancak, “Güzel Yusuf” adlı  baleden olumlu şekilde yararlanmıştı. Durmadan kımıldanan, değişen kompozisyonun, yalnız balede değil, dramda, romanda, şiirde, nasıl olması gerektiğini “Güzel Yusuf” balesinden öğrenmişti.  

YARINKİ YAZIMDA NAZIM’IN DRAM YAZARLIĞI ANLAYIŞINA NASIL ULAŞTIĞINI YAZACAĞIM.