Atalarımız “Bir musibet bin nasihatten iyidir” demişler. Musibetten gerekli pay alınırsa bu söz doğrudur. Alınmazsa tarih tekerrür eder. Türk Tarihi’nin altın sayfalarının arasında paslı, puslu olanlar da vardır. Sarıkamış Harekâtı, onlardan biridir. Topu topu onbeş gün süren bu hareket, bir bozgun, bir facia ve dünya savaş tarihinde örneği olmayan bir insanlık dramdır.
Günümüzde Sarıkamış faciasından söz açıldığında, Enver Paşa taraftarlığı ve aleyhtarlığı sözün ortasına düşmekte, asıl facia unutulmaktadır. Sarıkamış denilince, her şeyden önce, iki bin beş yüz metre yükseklik, engebeli geçit vermez arazi, bir metreyi aşkın kar, eksi otuz dereceye ulaşan soğuk. Bu ortam içerisinde, başı açık, sırtı çıplak, ayağında yırtık çarık, karnı aç yürütülen yüz yirmi bin Anadolu gencinin hali pür melâli gözlerimizin önüne geliyor. Bunların doksan bini mi, altmış bini mi, otuz beş bini mi yoksa yalnız yedi bini mi düşmana tek kurşun atamadan donarak ölmüşler? Ne önemi var? Sayısını aşağıya çekmek gayreti, dört kaplumbağa yavrusunu yaşaması için denize döndürme gayretleri yanında kimi aklar?
Bir yanda Enver Paşa’yı yüceltmek, bir yanda aşağılamak yerine, “Acaba bu plan uygulanabilecek bir plan mıydı?”, “Aralık ayında yürüyerek Allahuekber Dağlarını ve Sarıkamış çevresindeki ormanları aşabilmek akıl işi miydi?” sorularına yanıt aramak daha doğru olur. “Binlerce yüzme bilmeyen Anadolu çocuğunun bellerinde birer kabakla Süveyş kanalında yüzen cesetlerini de” sorgulayıp, bütün bunlardan alınacak payı büyütmek gerekir. Çocuklarımıza hastalık derecesindeki ihtirasın zararlarını daha iyi anlatabilmek için, “Ya tutarsa veya nasıl olsa bir gün ölecek değiller miydi?” mantığıyla harcanan gençlerin, asker olmadan önce birer ana kuzusu, birer koca ya da baba olduklarını insanlık adına vurgulamak gerekir.
Bu faciaya neden olanlar, bildiğimiz bilmediğimiz hataları, sevapları ile ilahi adalette aklanmış veya karalanmışlardır. Onları yargılamak artık bizim işimiz değildir.
Binlerce şehidimizi anarken, bu felaketten ne pay alabileceğimizi araştırmak günüdür. Zaferlerimizle övündüğümüz kadar, yenilmemek için, yenilgilerimizden de pay çıkarmalıyız ki tarih tekerrür etmesin.
1908 yılının temmuz ayında, Balkan dağlarında çetecilik yaparak, padişah Abdülhamit’e meydan okuyan genç subaylar, Meşrutiyet’in ilân edilmesini sağlamıştı. Bir yıl sonra, 31 Mart olayı ileri sürülerek, Abdülhamit’i tahttan indirmiş, yerine kardeşi Mehmet Reşat çıkarılmıştı. İpler İttihat ve Terakki’nin elindeydi. İşin başında Balkan dağlarının hızlı gerillası hürriyet kahramanı, gözü kara Enver Paşa vardı.
Özgürlük için yönetimi ele geçiren İttihat Terakki, kısa sürede Abdülhamit’ten daha despot bir yönetim sergilemişti. Önce Trablusgarp, sonra Balkan savaşı patlamıştı. Balkanlarda 1912 yılının sonbaharında başlayan savaş, aslında, İmparatorluğun çöküşünü hazırlayan etkenlerin başında geliyordu. Selanik gitmiş, Osmanlı ordusu yenilgiye uğramıştı. Bulgar ordusu, İstanbul önlerine kadar gelip dayanmıştı. İmparatorluğun bağrına Balkanlar’da saplanan hançerin ucu İstanbul’da çıkmıştı.
Balkan savaşlarında ön saflarda çarpışan binbaşı Hafız Hakkı, savaşta yapılan hataları anlatan bir kitap yazmıştı. Kitabın adı “Bozgun” du. O Hafız Hakkı, Sarıkamış Bozgunu’nu hazırlayanlar arasında bulunacaktı.
Yıl 1914. Bir lise öğrencisi Sırp Prensini öldürmüştü. Böylece Birinci Dünya Savaşı başlamıştı. Aslında Prens öldürmeseydi bile bu savaş çıkacaktı. Savaşa, çeşitli uluslardan 55 milyon kişi katılmış, bunlardan dokuz milyonu ölmüştü. Ölenlerden bir milyonu Türk evladıydı.
Yarınki yazımda, “bu savaşa niçin girdik?” sorusuna yanıt arayacağım.