Bir konuyu vesile eder de hemen her yıl Edgar Allan Poe’nin Annabel Lee şiirinden söz ederim. Bu da benim lise yıllarımın platonik aşk empatilerimin kahramanı. Derler ki, Edgar Allan Poe'nin mezarına 80 yıldır üç gül ve yarım şişe konyak bırakılmış. Kimliği bilinmeyen gizemli ziyaretçi Poe’nin ölümünden bir asır sonra, 1849 yılından beri bunu tekrarlamış.
Hiç sözü uzatmadan nostalji kaynağımı kopyalamaya başlayayım:
Senelerce senelerce evveldi;
Bir deniz ülkesinde
Yaşayan bir kız vardı, bileceksiniz
İsmi Annebel Lee.
Hiç bir şey düşünmezdi sevilmekten
Sevmekten başka beni.
O çocuk, ben çocuk memleketimiz,
O deniz ülkesiydi,
Sevdalı değil, kara sevdalıydık
Ben ve Annabel Lee;
Göklerde uçan melekler bile
Kıskanırlardı bizi.
Bir gün işte bu yüzden göze geldi / O deniz ülkesinde,
Üşüdü rüzgârından bir bulutun
Güzelim Annabel Lee;
Götürdüler el üstünde / Koyup gittiler beni.
Mezarı oradadır şimdi, / O deniz ülkesinde.
Biz dana bahtiyardık meleklerden, / Onlar kıskandı bizi-
Evet! – bu yüzden şahidimdi herkes / ve o deniz ülkesi!
Bir gece bulutun rüzgârından / Üşüdü gitti Annabel Lee.
Sevdadan yana kim olursa olsun,
Yaşça başça ileri, / Geçemezlerdi bizi;
Ne yedi kat göklerdeki melekler,
Ne deniz dibi cinleri,
Hiç biri ayıramaz beni senden / Güzelim Annabel Lee.
Ay gelip ışır, hayalin erişir / Güzelim Annabel Lee.
Bu yıldızlar, gözlerin gibi parlar / Güzelim Annabel Lee;
Orada gecelerim; uzanır beklerim
Sevgilim, sevgilim, hayatım, gelinim
O azgın sahildeki, / Yattığın yerde seni.
Fuzulî: “Aşk imiş her ne varsa âlemde/ İlim bir kıyl-ü kaal imiş “ diyor. Bir başka gazelinde:
“Yarab, belâyı aşk ile kıl aşina beni / Bir dem belâyı aşktan etme cüda beni” diyerek Tanrı’dan aşk belâsı istiyor. Aşk derdinden o kadar hoşnutmuş ki:
Aşk derdiyle hoşem el çek ilâcından tabib / Kılma dermen kim helâkim, zehri dermanındır” demiş.
Bir anket yapmışlar. Mecnun Leyla’sına, Ferhat Şirin’ine, Romeo Juliet’ine kavuşsaydı ne olurdu? Aşk olur muydu, diye. Şaka mıdır ciddi midir bilmiyorum. Atillâ İlhan “Kesinlikle mutsuz olurlardı ama kaderleri farklı olurdu” demiş. Çünkü Romeo ile Juliet katolik oldukları için, boşanamazlar, birbirlerini çekmek zorunda kalırlardı. Mecnun ise Leylâ’ya “Boş ol!” derdi. Diyelim ki, masalların sonu böyle bitseydi, aşka bakışımız değişir miydi? Hayır. insanlar yaşamadan inanmazlardı.
Bana göre, evlenirler ve aşkları biterdi. Çünkü onların aşkı kavuşmamışlık üzerine kurulmuştu. Mecnun belki, Leylâ yemeğin altını yaktı diye, evi terk eder ya da döverdi. Leylâ: “ Ah ah beni kimler istedi de varmadım”der, Şirin’le buluşup dertleşirlerdi.
Bana sorarsanız, Can Yücel’e hak verenlerdenim. Yani onun gibi “Sevdiğin Kadar Sevilirsin,” diyorum:
Her şey sende gizli
Yerin seni çektiği kadar ağırsın
Kanatların çırpındığı kadar hafif
Kalbinin attığı kadar canlısın
Gözlerinin uzağı gördüğü kadar genç
Sevdiklerin kadar iyisin
Nefret ettiklerin kadar kötü
Ne renk olursa olsun kaşın gözün
Karşındakini gördüğüdür rengin
Yaşadıklarını kar sayma
Yaşadığın kadar yakınsın sonuna
Ne kadar yaşarsan yaşa
Sevdiğin kadardır ömrün
Gülebildiğin kadar mutlusun
……….
Güneşin seni ısıttığı kadar sıcak
Kendini yalnız hissettiğin kadar yalnızsın
Ve güçlü his ettiğin kadar güçlü
Kendini güzel hissettiğin kadar güzel
İşte budur hayat, işte budur yaşamak
Bunu hatırladığın kadar yaşarsın
Bunu unuttuğunda aldığın her nefes kadar üşürsün;
Ve karşındakini unuttuğun kadar çabuk unutulursun
Çiçek sulandığı kadar güzeldir
Kuşlar ötebildiği kadar sevimli
Bebek ağladığı kadar bebektir
Ve her şeyi öğrendiğin kadar bilirsin
Bunu da öğren;
Sevdiğin kadar sevilirsin