Siyah beyaz anılar

Öyküye sarmıştım bu aralar. Kitaplığı kurcaladım, elime ilk geçen üç kitabı aldım. Biri Sabahattin Ali’nin Sırça Köşk’ü, diğer ikisi Sait Faik’in Semaver ve Lüzumsuz Adam’ı. Bir ondan bir bundan karışık öyküler okumaya başladım. “Semaver” ne güzel bir öyküydü, yeniden tattım.  Sonra çocukken okuduğum kitaplara ve çocukluğuma gitti aklım.

Abone Ol

Kapı çalındığında, koşarak giderdim kapıyı açmaya. Kitaplar alır gelirdi sık sık, okul ya da bir öğretmenim aracılığıyla değil babam sayesinde okuma alışkanlığı kazanmıştım. Çeldiricilerin olmadığı, elimizde kitaptan başka, kitaptan daha güzel bir şeyin olmadığı zamanlardı. Küçük Kara Balık, Bir Şeftali Bin Şeftali, Ulduz Kızın Kargaları, Samed Behrengi’nin masallarıyla dolu kalın bir kitap getirmişti bir gün babam. Bir Behrengi masalı okumamın üzerinden nereden baksanız kırk, kırk beş yıl geçmiştir. “Sesli kitap dinleme” uygulamasını açtım, içimdeki çocuğa “Küçük Kara Balık” masalını babamdan sonra bir kez de kendi kendime armağan ettim, uykudan önce masalı olarak.

Okuma yazması yoktu o günlerin, siyah beyazdı tüm filmler ve margarini iyi bir şey zannediyordu kadınlar…

Evde her gün sesli gazete okumaları yapıyordum. Annemin okuma yazması yoktu. Günlük gazeteyi eline alır, kendisine okumamı isterdi. Gazetedeki fotoğraflardan en çok dikkatini çekenlerden başlardı. Parmağıyla işaret eder, “ne olmuş, burada ne yazıyor,” derdi. Annemin merak ettiği tüm haberleri okurdum. Sonra radyoyu açardık. Arkası yarınları, radyo tiyatrolarını dinlerdik birlikte. Bu dinlemelerimiz, kapı zilinin çalınmasıyla bölünürdü bazen.

8 numaralı karşı dairede oturan komşumuz sıklıkla kapımızı çalardı. Her defasında farklı bir şeyler isterdi. Patates, soğan, pirinç, biber vs. aklınıza gelebilecek her şeyi isterdi, “bende kalmamış da” diyerek bitirirdi her defasında sözünü. Adet edinmişti, huyu böyleydi. Oysa oturduğumuz apartmanın alt katında kendi manav dükkânları vardı, istese sebze eksiğini kolaylıkla temin edebilirdi.  Annem de verirdi her seferinde her ne istiyorsa “isteyenin bir yüzü kara vermeyenin iki yüzü” derdi. O zamanlar tüp gaz ve yağ kolay bulunmuyordu. Bunların temini için uzun kuyruklar oluşturuyordu insanlar. Her şeyi komşularından isteyen 8 numaramız bir gün alt katında, 6 numaralı dairede oturan Trabzonlu komşumuzdan bir paket margarin istemiş ve almış, isterken de ödünç aldığını iade edeceğini söylemiş. Gel zaman git zaman, margarinin iadesi bir türlü gerçekleşmeyince Trabzonlu komşumuz, verdiği margarini geri istemiş ama bizim 8 numaramız yağı iade etmemiş. Bir gün, pencereden aşağıya sepet sarkıtırken, Trabzonlu komşu eline bir makas alıp penceresinin önünden aşağı doğru inen sepetin ipini kesivermiş. “Vay nasıl kesersin sepetimin ipini” diyerekten bir münakaşa başlamış aralarında. Margarinin zararları işte.

İlkokul üçüncü sınıftayken, okul çantamı hazırlarken bir dönem kalemliğimdeki kalemlerin yanına bir adet de mum koyduğumu anımsıyorum. O dönem sıklıkla elektrikler kesiliyordu. 1978’den 1985’ e kadar yaz saati uygulamasının kullanılmadığı o zaman aralığında karanlıkta gidiyorduk okula. Dersler, havanın henüz aydınlanmadığı, sabahın çok erken saatlerinde başlıyordu. Dersin ortasında elektrikler kesildiğinde sınıf çok karanlık oluyordu. Ah çocukluk! elektrikler kesildi diye üzülmüyor aksine mumlarımızı yakabileceğiz diye seviniyorduk. Esasında riskli işlerin içindeymişiz ve apaçık ateşle oynuyormuşuz. Bir sınıf dolusu çocuk ve her birinin önünde yanan bir mum. Öğretmene belli etmemeye çalışarak elimizdeki kalemle yanan mumu dürtüklememiz. Şimdi o günlere dönebilmenin şiddetli arzusunu duyuyorum. Gündüz vakti bu yazıyı yazarken, o günlerin anısına, kalkıp bir mum yakıyorum. Sanki bütün sıraların üstüne ateş böcekleri serpilmiş gibi görünen, mum kokulu, her şeyin siyah beyaz olduğu o loş sınıfı özlüyorum.

Okul sabahları üşenmeden, upuzun saçlarımı tarar, iki örgü yapardı annem. Okula gitme hazırlığımın belki de en fazla vakit alan kısmı buydu. Annemin önünde oturmuş saçlarımın taranmasını ve örülmesini beklerken sabırsızlanırdım. Annemse usanmadan keyif alarak yapardı bu işi. Her sabah bu sabırsızlanmayı yaşamak, beni uzun saçtan soğutmuştu galiba. Bir yaz tatilinde sanırım ilkokul beşinci sınıfı bitirdiğim yıldı, pikniğe gitmiştik. Kalabalık bir aile pikniğiydi. Çoğunluğun desteğini alma ümidiyle saçlarımın kısa olmasını istediğimi söylüyordum. Babamsa uzun, ipil ipil kestane rengi saçlarımı çok sevdiğinden, bu kesim işine izin vermeye yanaşmıyordu ancak çoğunluk benden yana tavır almıştı ve saçlarımı kestirme iznini koparmıştım o gün.

Ortaokula kısacık bir saçla başladım. Ortaokul demişken küçük bir anı da okulun ilk gününden anlatayım. Türkçe dersindeyiz, sonradan çok seveceğim öğretmenimin ilk dersi. Henüz kimse kimseyi tanımıyor. Öğretmenimiz kendini tanıttı, bir şeyler anlattı, sonra sordu; “İstiklal Marşının on kıtasını ezbere bilen var mı?” Ben biliyordum, beşinci sınıfın yılsonu töreni için ezberlemiştim. İçimden bir heyecan dalgası geçti. Hiç kimse parmak kaldırmamıştı. Ben de, henüz hiç kimseyi tanımadığım sınıfta parmak kaldırmaya çekiniyordum, kısa bir kararsızlıktan sonra parmağımı kaldırdım. Öğretmenim okumamı istedi, ayağa kalktım okudum. Daha ilk dersten öğretmenimin gözüne girmiştim sanırım. Cesaretim utangaçlığıma galip gelmişti. Sonraki derslerde de hep iyi bir Türkçe dersi öğrencisi oldum. Türkçe dersi hep en sevdiğim ders oldu o yıllarda. Kompozisyon yarışmalarında ödül aldığım dahi oluyordu. Ödül dedim de, bir ödül töreninde okul müdürümüz konuşma yaparken takma dişini düşürmüştü. Bütün okul gülmüştük, tasasız neşeli günlerdi.

Sonbahar geldi iyiden iyiye, turnalar göç etmeye başladı, yarın da dünya hayvanları koruma günü. Çocuklar okula başlayalı neredeyse bir ay olacak. Yaşları ilerlediğinde nasıl anılar anlatacaklar bu günlere dair? Bu kış da; temizlik, hijyen ve yemek sorunu olan okullarına karanlıkta mı gidecekler acaba?..