Kavuşma yolculuğuna çıkan herkes kendi evinin kapısından çıkmaz yolculuğa. Hayatın neresindeyseniz oradan başlar yolculuk, öğrenci yurtlarından, nöbetinizin bittiği hastaneden, çalıştığınız şantiyeden, yola açılan türlü kapılar vardır hayatlarımızda.
Bazı evlerde de bekleyişin heyecanı ve sabırsızlığı vardır. Geleneklerin sürdüğü evlerde bayram telaşı neyse ki hâlâ yaşanmaktadır. Ev bir hafta öncesinden iyice kırklanır. Bolca çamaşır suyu soluyarak temizlikler yapılır, perdeler yıkanır, camlar silinir. Sonra, sıra mutfağa gelir. Geçen hafta konuştuğumuz mutfağa, asıl hummalı çalışmaların başlayacağı yere. Her evin klasikleşmiş anne tatlıları vardır. Bizim mutfaklarımızda şekerpare, baklava, revani, kadayıf, kalburabastı, sütlaç en çok yapılan geleneksel tatlılardandır.
Tatlı sözcüğü hemen her dilde son derece olumlu çağrışımlar içerir. Tatlılık sevgiyle, mutlulukla özdeşleştirilir. O nedenledir ki; tatlı kıvamında, şeker tadında dileklerde bulunulur. Söz tatlıya gelmişken, tatlıların ana malzemesi ne olursa olsun kaynağı şekerdir. Herkes şekerin çok zararlı olduğunu düşünüyor. Şeker gerçekten zararlı mı? Bu noktada sevgili Prof.Yavuz Yörükoğlu’nun bilgisine başvuralım; Şeker karbon, oksijen ve hidrojenden oluşan basit bir karbonhidrattır. Belli başlı 6 tane şeker vardır; glikoz, früktoz (meyve şekeri), galaktoz, sükroz (sofra şekeri), laktoz (süt şekeri) ve maltoz. Tartışmaların konusu, günlük hayatta kullandığımız sofra şekeri yani sükroz. Sükroz molekülü esasen iki ayrı şeker molekülünden oluşuyor. Bu moleküllerden biri glikoz diğeri de früktoz. Şekerin glikoz kısmı metabolizmamızın öncelikli yani primer yakıtı. Şekerin früktoz kısmında durum biraz farklı. Früktoz da bir şeker olmasına karşın metabolizmamız bunu bir enerji kaynağı olarak kullanamıyor. Şekerin sindirimi sonucunda kana geçen früktozun kullanılabilmesi için öncelikle karaciğerde işlenmesi gerekiyor. Früktoz karaciğerimizde karmaşık bir biyokimyasal işlemden geçirilerek; glikoz, depo şeker glikojen, bir yağ olan trigliserit ve bir kolesterol cinsi olan VLDL’ye dönüştürülür. Bir yan ürün olarak ta ürik asit ortaya çıkar. Şekerin zararlı olabilecek etkilerine işte bu früktoz neden oluyor. Früktozun aşırı kullanımı karaciğerde yağlanma, kan şeker ve yağlarının yükselmesine neden olur ve şeker hastalığının oluşumuna önemli bir katkıda bulunur. Früktoz ile ilgili ilginç bir gerçek de beynimizin früktoz molekülünü bir şeker olarak tanımamasıdır. Bu nedenle früktoz tüketimi bir doygunluk ve tatmin sağlamamakta aksine daha fazla yeme arzusu uyandırmaktadır. Bu noktada şeker; obezite, karaciğer yağlanması ve şeker hastalığında çok önemli bir faktör olmasına karşın tek faktör değildir.
Başta insanlar olmak üzere bütün canlıların tatlıya karşı bir zaafı vardır. Bunun bilimsel açıklaması tatlı gıdaların metabolizmamız tarafından kolay enerji olarak algılanmasından kaynaklanıyor. Yani tatlıyı sevmemiz genetiğimize işlenmiş. Şekerle ilk tanışmamız anne sütündeki laktoz ile başlar. Tatlıya karşı olan doğal zaafımız kültürümüzdeki tatlı geleneği ve tahrik edici reklamlarla birlikte çok zaman işin dozunu kaçırıyor. Birçok insanda şeker bağımlılığı gelişebiliyor ve sorun burada başlıyor. Şeker tüketimimiz karaciğerimizin ve metabolizmasının kapasitesini aşmaya başladığında zararlı etkiler ortaya çıkmaya başlıyor.
Şeker ve tatlılar hayatımızın bir parçası. Tatlı sevmek bizim genetiğimize işlenmiş. Bütün mesele ölçüyü tutturmak. Gün içinde çayınıza kahvenize koyduğunuz üç beş kesme şekerden, arada sırada yediğiniz bir tatlıdan zarar gelmez. Metabolizmamız bunu halledecek düzeydedir. Önemli olan metabolizmamızın kapasitesini aşmamaktır. Arada sırada dostlarla yenilecek bir tatlı beyinden mutluluk hormonu salgılatır. Kendimizi iyi hissetmemize neden olur. Suçluluk duygusuna kapılıp hayatı kendimize zehir etmeye gerek yok sanki, hele de bayramlarda, hele de sevdiklerimize kavuşmuşken. Evet, tatlıya ve şekere dair içimizi bir parça rahatlattık, sıra geldi böreklere. Bayram için börekler açılır, açamayanlar mahalle yufkacısına koşturur. Su börekleri, peynirli, ıspanaklı, kıymalı börekler tepsi tepsi yapılır. Sarmalar, dolmalar olmadan da olmaz hani, eksik kalır ikramlar.
Ah şu çağrışımlar!. Yıllar önce annem hayattayken, bir bayram öncesi birlikte yaprak sarması yapmıştık. Eğer sarmayı iki kişi hazırlıyorsanız, iş, sohbet eşliğinde ilerlediği için nasıl bittiğini anlamazsınız bile. İşte öyle, hem sarma sarıp hem sohbetleştiğimiz o gün, annem; geçmişin, kendisini incitmeye devam ettiği ne kadar hatırası varsa hepsini bir kez daha anlatmıştı. Çocuklar annelerinin üzülmesini hiç istemezler. Anneme; “Ne kadar hüzünlü hatıra varsa, hepsini yaprakların içine koyduk, sardık, sakladık, sen üzülme.” demiştim. İşte böyle, çok sevdiklerimiz ama artık sımsıkı sarılamadıklarımız da var, hayat… Neyse konumuzu dağıtmayalım. Ne diyorduk, börekler sarmalar, yemekler her şey tamam, en kolay iş genellikle en sona bırakılır, şekerliklere, çikolatalar ve şekerlemelerin konulmasıyla hazırlıklar tamamlanmış olur.
Şimdi, bunca hazırlık nasıl yapılmasın, gözümüzün nuru çocuklarımız gelecek, torunlarımız gelecek. Dünyada daha büyük bir mutluluk var mı? Anneanne, babaanne diyerek koşup sarılacaklar. Bu sımsıkı sarılmalar, kucaklaşmalar değmez mi onca yorgunluğa, değer tabi. Kalabalık sofralara neşeyle oturmak, uzaktan gelen yavru kuşlara, annelerin, evin daimi halkını kıskandıracak iltimaslı tavırları, gözlerinin içine içine bakmaları çok sevimli değil mi?. Hafızalara kazınacak hatıraların oluştuğu, sevginin yoğunlaştığı o anlar harikulade zaman dilimleri değil mi? Bir de ailelerin şakacıları vardır, herkesi gülmekten kırıp geçiren. Birini gülme krizi tutar mesela, orası burası ağrır gülmekten, garip sesler çıkararak kıvranarak gülmeye devam eder, susturamaz kendini. Diğerleri de onun haline baktıkça katılırlar gülmekten. Gülmenin bulaşıcı iyi ki de bulaşıcı bir etkisi vardır.
Bu yazıyı bayramın birinci günü yazıyorum. Sizinle tatlı tatlı sohbete devam etmek isterdim ama benim de kavuşup sarılmak istediklerim var. Sevginizin, mutluluğunuzun katlandığı şahane bir bayram diliyorum, muhabbetle..