Türklerde bu sonsuzluğun adı, kökler yani gökler olmuş. Arap ve İranlılar gök kubbenin durmadan dönmesine "Çerh-i felek" derlerken Türkler bu deyimi Türkçeleştirerek "Çarkı felek" yapmışlar. Bir başka deyimle de dönen gök kubbe "Gök çığırısı" adını alır.. Bilindiği gibi, çığrı sözü değirmen su dolabı gibi aletlerin çarkları için kullanılmakta. Bugünkü Türkçemizde kullandığımız çıkrık kelimesi çığırının küçültme ekli hali.
10. yüzyıldan kalan bir şiirde günümüz Türkçesiyle:
"Tarın acun yarattı
Yıldızlar sıralanır.
Felek uğurlu döner
Gece gündüzü örter," deniliyor.
Değerli Türk halk müziği şef sanatçılarından Tekin Büyükkaya kardeşimin kayak kişisi olduğu bir Ardahan türküsü var ki, bizzat kendisi çok güzel yorumlar. Bu türküyü çok anlamlı bulurum. Feleğin pençesinin demirden olduğu teşbihine vurulurum. Gurbette garip ölen kişinin ya da yiğidin empatisini bu türküyü dinlerken yaparım:
Geçen gün ömürdendir
Pençesi demirdendir
Bu yol Pasin'e gider
Döner tersine gider
Şurda bir garip ölmüş
Guşlar yasına gider
Bir at bindim başı yok
Bir çay geçtim daşı yok
Burda bir yiğit ölmüş
Yanında gardaşı yok
İslamiyet’ten sonra da Türkler kaderini hep feleğin dönüşüne bağlamışlar ve bütün kötü kaderleri "Kahbe feleğin" bir oyunu olduğunu sanmışlar:
" Kahbe felek sana netdim neyledim
Attın gurbet ele parelerimi
Ahırında beni sılamdan ettin
Kestin mümkünümü çarelerimi "
Hele uzun havalar saymakla bitmez. Malatya'dan "Feleğin ettiği işi duydun mu?", Gaziantep’ten "Felek getirdi gene benim özümü", Diyarbakır'dan " Felek ki gayet dönek dünya ", Erzincan’dan " Felek ilen şu cihanı bölüştük " gibi onlarca uzun havayı sıralayabiliriz.
“Felek ile de şu cihanı bölüştük
Saray aldı hanı bana bıraktı
Karış karış da yeryüzünü dolaştık
Zevki aldı derdi bana bıraktı”
Türkler "Ebekuşağını bir eleğe benzetmişlerdi. Bunun için de Arapçadaki "Alâimi Sema" deyimi, Türkçede "Eleğim-sağma" şekline girmişti. Türk halk edebiyatında bunun birçok örneklerini görüyoruz. Ayrıca, bu iki söz arasında, bir kafiye benzerliği de vardı. Nitekim XVII. yüzyılda yaşamış olan Türk halk şairi Kul Adil, şöyle diyordu:
"Her insanda yetmiş ikidir melek,
Feleğin misâli heman bir elek,
Dört kapusı vardır, Oniki çırağ,
Delilü burhandır uyabilürsen!"
Felek, insanları eleyip ayırması bakımından da bir eleğe benzetilmiştir. "Oniki çırağ" ise, "Oniki burç" dur. Yunus Emre, Felek'i göğün en üst yani Atlas katına uzatmıştır:
"Felek-i Atlas'da durdum,
Muhammed nûrunu gördüm,
Yedi kezin cevlân urdum,
Bu benim karağım anda!"
İslam tasavvufunda göğün ilk yedi kat göğün katlarıdır. Sekizinci katta yıldızlar ve burçlar dönerler. Dokuzuncu kat arştır. Dokuzuncu katın yukarısı ise Atlas'tır.
Türkler Felek'i bir yandan elek'e benzetirken, Yunus Emrede kendisinden önceki mutasavvıfların etkisinde kalarak Felek'i değirmene benzetiyordu:
"Dünya bir değirmendir ol çalaba fermandır,
Azraildir demişler, ol unu öğüdüne!"
Eski Türk inançlarında ve Orta Asya Şamanizm’inde olduğu gibi Türk Tasavvuf edebiyatında da, "Göğün üst katlarında gece ve gündüz gibi bir ayrılık yoktu". Bu katlar, her zaman için aydınlık ve nurlu idi. Bunun örneğini de yine Yunus Emre'den alalım:
"Ol Felekte dün olmaz",
Ay, gün doğup dolunmaz!"
Tasavvuf edebiyatındaki "Dokuz eflâk" deyimi ile "Göğün dokuz katı" söylenmek istenmiştir. Aynı deyimin içinde "Dokuz burç" da gizlidir. Yunus Emre, buna "Dokuz aslan" diyordu.
Eski Türklerde de "Dokuz kat gök" deyimi hem çok yaygın ve hem de yerlidir. Fakat Türklerle Çinliler, "On iki burç" a daha çok önem veriliyorlardı. Çünkü bu anlayış, takvim düzenine de uygun geliyordu.