Dünkü yazımda, bugün dayanışma geleneğinden söz edeceğimi belirtmiştim. Anadolu’da dayanışma geleneğin bir hali bizi imeceye götürür. İmece; birlikte başarmanın, yardımlaşmanın, kaynaşmanın, birlik, beraberliğin en önemli dayanağıydı. İmeceyi yaşayanlardanım. Çok tanıklık ettim. Daha çok sonbahar, hasat sonu, kışa hazırlık zamanları anlatırım. Ama, emek ve dayanışma başlığı açılınca, imeceden söz etmezsem noksanlık olurdu.  

“Bir tek elin nesi var? / İki elin sesi var! / El üç olsa, güç artar, / Dört el işi tamamlar! / Verelim biz el ele / Birlik olalım hele! / Birlik olan insanlar, / Kavuşur en güzele..”

 Rahmetli Mehmet Faruk Gürtunca’nın bu şarkısındaki bir el, iki el, üç el takıntısından kurtulayım derken, bu kez çocukluk günlerinde okuduğumuz bir monoloğa yakalandım. Şimdi de okutuluyor mu bilmem. Parmakların anlatıldığı monologda, her parmak için yakıştırılmış komik öyküler, peş peşe sıralanıyordu.

Öykü içinde anlatılan öykücüklerin birini anımsayacaksınız. Çocuk iki yaşına vardı mı, ablası, ağbeysi, ya da annesi onu bir köşeye oturtur, sonra minnacık elini alarak avucunu açar ve anlatmaya başlar:

Şuraya bir kuş konmuş; bu tutmuş, bu kesmiş, bu pişirmiş, bu da yemiş. Tutan başparmaktır. Kesen işaret parmağı; pişiren orta parmak, yiyen de yüzük parmağı. Şimdi sıra serçe parmağa geldi. Sözde bütün işler yapılırken o da okulda imiş.. Okuldan gelince bir de bakmış ki kuşların tüyleri ile incecik kemiklerinden başka şeycikler kalmamış. O da başlamış bağırmaya: “Hani bana hani bana!”

Bir el, iki el, üç el derken; konu daha kolaylaştı. Bir parmak, iki parmak, üç parmak. Yediğimiz yemekten, yazdığımız yazıya, duvardaki tablolardan, müzelerdeki heykellere, yüreklerimizi titreten müziğe kadar pek çok şeyi bir parmakla başarmanın olanaksızlığını, düşündüm.

Şaka bir yana, sözü imeceye getireceğim:

Sözlükleri açıp, imece kelimesinin karşısına baktığımızda, aşağı yukarı “Kırsal topluluklarda köyün zorunlu ve isteğe bağlı işlerinin köylülerce eşit koşullarda, emek birliği ile gerçekleştirilmesi” veya “Bir çok kimsenin toplanıp elbirliği ile bir kişinin ya da bir topluğun işini görmesi, böylece işlerin sırayla bitirilmesi” tanımlarıyla karşılaşırsınız.

İmeceyi kırsal kesimle sınırlı tutmak doğru değil. Ama, kırsal kesimde imecenin bir başka anlam, bir başka güzellik kazandığı, gelenek ve göreneklerimizin hem taşlarından biri olduğu doğru. Bu gelenektir ki, komşuluk bağlarını daha güçlendirmiş, dayanışmayı, özveriyi, davranışlarımızın kopmaz parçası yapmış.

Yol yapımından, cami – okul yapmaya, köye su getirmeden, ağaç dikmeye, tarla sürmekten, hasar toplamaya, yün kırkmadan, kilim dokumaya, bağ bozumundan, bulgur çekmeye kadar birçok iş, imece gelenekleri ve göreneklerinin ışığı altında görülmüş.

“Geldi işte ekin biçme günü, / Tarlamızın bugündür düğünü! / Dilde güzel bir şarkı; ellerde orak, /Ne kadar da güzeldir orak vurmak...”

Anadolu’da ekin biçmenin geleneksel bir düzeni var.. Ekin tarlasında önce tırpan veya orakçıların en ustası olarak kabul göreni “hon”un başına geçer. Buna “Elcibaşı” denilir. Elci başı hon’un baş tarafındadır. Diğer orakçılar onun sağ yanından itibaren belirli aralıklarla dizilir, en sondakine ise “pöçükçü” adı verilir. Ekin biçilirken içlerinden sesi güzel olanlar sırasıyla türkü okurlar, bu türkülere “manileme” denilir. Genellikle manilemeye elcibaşı başlar, kendisi önce ezginin bir dizesini okur, diğerleri koro halinde tekrarlar. Bu söyleme biçimine halk müziğinde “Deme-Çevirme” denilmekte. Ekin tarlası bitmeye bir hon kala, elci başı avucunun dolusu kadar ekin dererek havaya kaldırır ve “Selavatlama” yapılır. Tarla bitince eldeki son deste “kurdun-kuşun payı” denilerek bereket amacıyla tarlaya serpilir.

Yarın size yün tarama ve bulgur çekme imecesinden örnek vererek konuyu noktalamak istiyorum.