Bazı kişiler vardır ki, onlarla birlikte, doğup yaşadığı ve onları anımsatan yerleri da bağrınıza basarsınız. O yerlerden biri Erzincan oldu.
Çocukluğumda ilk dinlediğim ya da ilk okuduğum halk hikâyelerinin biri “Asuman ile Zeycan”dı. Erzincanlıların deyişiyle, “Esman ile Zincan”dı. Erzincan'da Kaleli Bey'le, yardımcısı Derviş Ahmet'in çocukları olmuyor, çare arıyorlardı. Yaylada rastladıkları bir dervişe içlerini açıyorlar, Derviş onlara birer elma vererek, yarısını kendilerinin yemesini, yarısını da eşlerine yedirmelerini söylüyor, "Kimin kızı olursa, öbürünün oğluna versin" diyerek kayboluyordu. Erzincan Bey’inin kızı, Ahmet’in oğlu oluyordu. Çocuklar birlikte büyüyorlar, yaylada rastladıkları derviş gelerek oğlana Asuman, kıza Zeycan adını veriyordu. İki çocuk arasında başlayan aşk, kötü kalplilerin araya girmeleri ayrılık acılarına dönüşüyor, birçok mücadeleden sonra, mutlu sona ulaşılıyordu.
O günlerde Zeycan’la Erzincan’ı çağrıştırır olmuştum. Erzincan depremine ilişkin hikâyeleri, ağıtlarını dinledikçe, Erzincan’a karşı şefkat ağırlıklı sevgi başladı.
Kelkitli olmasına rağmen Erzincan’da yetişen Aşık Serdarî ile gönül dostluğunun ötesinde kara gün dostluğum elli yıl önce başladı. Erzincan’ı dinledim. Çevresindeki Erzincanlılarla tanıştım. Büyük Deprem’den sonra İstanbul’a gelmiş, işçilik, esnaflık yapan birinci kuşak ve hepsi eline, beline, diline sahip, düzgün ve güzel insanları tanıdım.
Aşık Serdari’den ustası Erzincanlı Davut Sularî’ye, arkadaşı Aşık Beyhanî’ye ilişkin anılar dinledim. Aşık Beyhanî’nin çok genç yaşta ölümüne üzüldüm, türküleriyle duygulandım:
“Yolumuz gurbete düştü / Hazin hazin ağlar gönül. / Araya hasretlik girdi, / Hazin hazin ağlar gönül ….”
Sonraları Daimî ile sohbetimiz oldu. Şemsi Hayal, Salih Baba, Kemahlı Tahir, Aşık Müslüm Akbaba’nın varlıklarını öğrendim.
Erzincanlılardan duydum; "Boğaz dediğin otuz iki kerttir, düşün düşün söyle", “Dere yanında tarla alma sel için, kırkından sonra kız alma el için", "Kurdun adı yamana çıkmış, tilki vardır baş kesen" , “Az ateş çok odun yakar", “Baktın kar havası, eve gel kör olası”, “Bıçağı kestiren kendi suyu, insanı sevdiren kendi huyu" gibi atasözlerini.
Alkışları da kargışları da bir başka güzeldir Erzincan’ın, Derler ki; “Daha nice bayramlara çıkasan. Elin gözün dert görmiye. Gurban olduğum Allah dırnağıy daşa tohundurmaya.” , “Etdüğü çekesen oğlan, itler gibi uluyasan”
Bir Erzincan’lı size bilmece diye “Memmen ayaklı / Menteşe dudaklı / Dordor yüzlü / Divane gözlü” diye sorarsa hemen “Deve” yanıtını yapıştırın.
Erzincan yöresi deyince şuurumun altından hep gurbetin hüznünü yansıtan türküler depreşir. Ali Ekber Çiçek’in sesini duyar gibi olurum: “Başı pare pare,” diyerek başlar türküsüne. Sonra türküler türküleri çığrıştırır:
“Bir seher vaktinde”, “Bugün bir dilbere eyledim ülfet”, “Ela gözlüm ben bu elden gidersem”, “Ela gözlerini sevdiğem dilber”, “Eşimden ayrıldım yoktur kararım”, “Huma kuşu yere düştü ölmedi”,”Kadir Mevlam Senden bir dileğim var”, “Kahbe felek sana nettim neyledim”, “Keklik gibi kanadımı süzmedim”, “Nasıl yar diyeyim ben böyle yara”, “Tanrı'dan diledim bu kadar dilek”, “Vardım Hint eline”, “Yarim senden ayrılalı”.....
Gayri yüzlercesi gelir peş peşe. Turan Engin’den mi dinlersiniz, Sabahat Aslan’dan mı?
Ülkemizde bir çok yer gibi Erzincan’ın kuruluş tarihi bilinmiyor. Asur kaynaklarında yörenin adı “Zuhma, (Suhma)” olarak geçiyor Ama, Erzincan adının Eriza'dan geldiği sanılıyor. Bir söylentiye göre Selçuklu'lar Aziriz adını çok beğenmiş. "Rahmet yağarsa can Aziriz can" rahmet yağmazsa "Yan Aziriz yan" biçiminde bir tekerleme söylemişler. Tekerlemedeki Aziriz, zaman içinde, Erzincan biçimini almış.
İşin gerçeği Erzincan “can”lığı da yaşamış, “yan”lığı da. Can’lığı gönüllerde kalmış. Yanım yanım yanmışlığı tanığı olduğumuz maddi dünyada.