Bir fotoğrafa bakıyorum. Yaşlı bir adam, ayakta güçlükle duruyor, biri koluna girmiş. Yüzünde tarifsiz bir keder. Cenaze törenlerinde biri, bir iğne bir de küçük bir kağıt parçası uzatır. Ölenin siyah beyaz bir fotoğrafıdır bu, yakanıza iğnelersiniz. Sonra ne olur o fotoğrafa, kimdir ölen sizin için?

Yaşlı adamın yakasına iğnelenmiş fotoğrafa takılıyor gözüm, bir kağıt parçasında dört kişi, iki oğul, iki torun. Canının dört parçasını aynı anda toprağa veriyor. Bir iğne yakada, binlerce iğne, -bundan sonra ne kadar atabilirse o kalp- kalbinde artık.

Benim annem, babam da evlat acısını yaşamıştı. 5 kardeştik. Ben henüz 5 yaşındayken 18 yaşındaki dünya iyisi abimi kaybetmiştik. Babam acısını içinde yaşadı, bu acı babamın içini, çukur kazar gibi durmadan kazdı. Babamın içinde, derin bir kuyu gibi, obruk gibi bir şey oluştu. Babam içindeki büyük kazıdan çıkan toprağı nereye dökeceğini bilemeden yaşadı. Yıllar sonra söylemişti babam. Henüz yitiği çok tazeyken, sokakta dalgın kederli bir aşağı bir yukarı yürürken bir berber dükkânının önünden defalarca geçmiş. Berber, kaçtır dükkânın önünden geçip giden bu adamı fark etmiş. Biraz sonra o adam yani babam bu defa berber dükkânına girmiş. Berber, babamı tıraş ederken, “dükkânın önünden kaç kez geçtin, seni gördüm,” demiş, derdini sormuş. Babam anlatmış, berber babama; “Kendini toparla, Bakırköy’de yatanlar sebepsiz yatmıyor” demiş. Annem, hem içinde hem dışında kavrularak yaşadı üzüntüsünü. “İçim kan ağladı” derler ya lafta değil gerçekten içi kan ağladı annemin. Mide kanamaları geçirdi, şeker hastası oldu. Çocuktum, annemin ağladığını görürdüm, annemin acı çekmesini istemezdim, bir şey yapamazdım annem acısını çekerdi.

Biz, üç kız bir erkek, dört kardeş kalmıştık, ben en küçükleriydim. Zaman geçti, büyüdük. İstanbul’da yaşıyorduk. Abim üniversite sınavında İzmir’de bir okulu kazanmıştı. Abimi İzmir’e uğurladık. Abim İzmir’e giderken annem onu alkışla uğurladı. (Bana biraz tuhaf gelmişti.) Seksenli yıllar, evlerde manyetolu sabit telefonların olduğu zamanlar. Gün içinde telefonumuz kaç kez çalardı bilmem. Her hangi biri arıyorsa telefonu sakince açardı annem. Bazen de telefon çaldığında telaşla koşarak gelirdi, daha telefonu açmadan “abin arıyor” derdi. Açardı, hakikaten abim olurdu arayan. Bunu artık öğrenmiştik, annem abimin aradığını hissediyordu ve hiç yanılmıyordu. O zamanlar dedem bizde kalıyordu en çok o şaşırıyor bir “Allah Allaah” çekiyordu. Abim okulunu bitirdi geldi. Sıra askerlikteydi. Şansına yine İzmir düşmüştü. Abimi askere uğurlarken annem yine alkışladı. Artık neden alkışladığını biliyordum.

Çocuklarını askere ya da okumak için başka şehirlere uğurlarken ağlayan konu komşuyu görünce, annem onlara hafif yollu bozuk atar, şöyle derdi; “ağlamayın, alkışlayın, okumaya gidene, askere gidene ağlanmaz, ölüye ağlanır.” Ölüsüne çok ağlamıştı annem, dirisini alkışlıyordu.

78 canımız yitti, gitti, Kartalkaya’da. 36’sı çocuk diyor haberler. Aslında yitip gidenlerin hepsi çocuktu, birilerinin çocuklarıydı.  Annen baban ya da sadece annen ya da sadece baban hayattaysa sen halâ çocuksundur.

Evladınız sağ iken, onun ölebileceğini, ölme ihtimalinin hep olduğunu, düşünür müsünüz? Düşünmezsiniz, düşünmek, aklınıza getirmek istemezsiniz. Düşüncesi bile çok korkunçtur çünkü. Hayatta empatisini yapamadığımız duygular vardır, bir de o duyguları gerçekte yaşamak zorunda kalanlar.

Hayatın son demi böyle mi olacaktı? Evlat acısı tarifsiz bir yara. Ölüm her yaşa gelebilir elbette ancak hayatın doğal akışında çocuklar, anne babalarını uğurlar. Çocuklarını büyütürken “Allah benim ömrümden alsın, sana versin” diyerek büyüttükleri çocuklarını, torunlarını birer birer değil üçer beşer yitirdi anne babalar. Korkunç bir tersine döngü yaşandı ve komplike bir yasın ortasında kaldık yine. Acılarımız, yaslarımız komplikedir bizim. Birbirine dolanmış, karmakarışık acıları aynı anda yaşayabilmek gibi bir maharetimiz var artık bizim. Karmaşık acıları karmaşık öfkelere bular dururuz yıllardır. Karmaşık derken yanlış anlaşılmasın, ne olduğu belli olmayan anlamında değil, çok çeşitli anlamında kullanıyorum bu sözü.

Bütün tedbirlerin alınmış olması halinde ölüm gelirse, “eceli gelmiş” denir. Liyakatsizliğin, ihmalkârlığın, gerekli hiçbir önlemin alınmadığı yerde gelen ölüm, ecel değil, cinayet olur.

Bir insanın sevdiği birini, özellikle bir ihmalkârlık sonucu kaybetmesi, zihinsel ve duygusal açıdan derin bir yara açar. Psikoloji literatüründe bu tür kayıpların ardından yaşanan durum, “komplike yas” olarak adlandırılır. Bu süreçte kişi, normal yas döngüsünü tamamlamakta zorlanır. Kayıp, sürekli zihinleri meşgul eder ve bir tür duygusal felç durumu yaratır. Travma, yalnızca kaybın kendisinden değil, kaybın “önlenebilir” olduğuna dair inançtan beslenir. İnsan zihni, “eğer önlem alınsaydı…” cümlesini tekrar tekrar kurgular, acıyı ve öfkeyi iç içe yaşar.

Kartalkaya’daki  o otel denilen cehennemde yangınla gelen toplu ölüm faciası, günlerdir “eğer”le başlatan cümleler kurdurmuyor mu bizlere? Yasın komplikeliği sadece buradan mı geliyor? Bir yakadaki dört fotoğraf gibi, çoklu kaybın, acının şiddetini hepten dayanılmaz kılmasından da geliyor. Sonra, toplum olarak travmanın tanığı ve ortağı olan bizlerin canı da, hem yitirilen canlara, çocuklara, bu ölümlere sebep olan kabul edilemez aymazlığa, hem de hayatının son deminde böyle büyük kahırlara düşmek zorunda kalan ana babalara yanmıyor mu? İşte böyle karmaşık ve büyük bizim acılarımız da öfkelerimiz de. Ölenlere ağlıyoruz, alkışlayacak kimsemiz yok bizim..