Düzen içinde yaşamayı başarabilen insanlara hayranlık duyuyorum. Telaşsız, daha az yorularak, yapmak istediklerini yapabilerek, sakince yaşıyorlar günlerini. Yakından incelediğinizde bu işte bir haksızlık varmış duygusuna kapılıyorsunuz.
Siz çok daha uzun saatler ayakta kalıyorsunuzdur, daha fazla yoruluyorsunuzdur, üstelik bazı şeyleri de yetiştiremediğiniz için bir sonraki güne devrediyorsunuzdur. Ama düzenli olana bakıyorsunuz öyle değil, sanki profesyonel bir sistem kurmuş ve sistemi tıkır tıkır işliyor. Düzensizlik yok, zaman yetmiyor derdi yok. Bu işin gizli bir formülü olsa gerek diye düşünüyorsak yanılırız bence. Evet, formülü var ama gizli değil.
Yaşamak bir sanatmış ve bazıları zarifçe üreterek bu sanatı icra etmeyi başarıyormuş. Bazıları da başaramıyor sürekli tökezliyormuş. Özellikle belli bir yaşın üstündeki insanların ne kadar düzenli yaşadığına dikkat edin. Evlerine girdiğinizde bir huzur ve düzen duygusu hissedersiniz. Dağınıklık yoktur, her şey yerli yerindedir. Rutinleri vardır, yemek saatleri, ilaç saatleri. Sakince işletirler sistemlerini.
Gününüzü, haftanızı plana programa bağlayabiliyor musunuz? Planlıyorsanız, plana ne kadar sadık kalabiliyorsunuz? Elbette bazen, planlar sizin dışınızda aksayabilir. Bundan söz etmiyorum. Dış etkenler olmaksızın planlarımızı hayata geçirememekten ya da yarım yamalak geçirebilmekten söz ediyorum. Ben şahsen bu planlama işinde çoğu kez çuvallıyorum. Bir günden almayı umduğum verime çoğunlukla ulaşamıyorum.
Bizi yavaşlatan geriye düşüren şeyler nelerdir acaba? Ben aklıma gelenleri yazayım, siz de kendi aklınıza gelenleri fısıldayın bana, duyarım muhtemelen. Bir kere, elimizin altında gereğinden fazla eşya varsa bu bizi yavaşlatıyor. Eşyaya hizmet etmek, eşyaya servis çekmek, eşyanın yükünü taşımak zorunda kalıyoruz. İkincisi; evdeki işler, evde yaşayan herkesin ortak görevidir ancak evlerin erkek bireylerinin çoğu halen mümkün olduğunca kaçıyor ev işlerinden. Kendilerinden istenilen bir parça işi yapmışlarsa, ‘sana yardım ettim’ havasına bürünüyorlar. Yardım etmek demek, ‘senin yapman gereken bir işte sana destek oldum’ demektir. Oysa evdeki işler herkese aittir. Bırakın işleri ortaklaşa yapmayı, kendi kişisel dağınıklıklarının yükünü de çoğu zaman biz kadınlara yüklüyorlar. Bir diğer mesele de basit bir prensipten ibaret aslında. Küçük eylemler büyük sorunların önlenmesine yardımcı olur. Galiba, zor gibi görünen düzenli hayat hayali, basit bazı şeyleri üşenmeden ertelemeden yapabilmekten geçiyor. Dünün işini dünde tamamlayamamışsak, bugünden de yarına mutlaka sarkıyor işler.
Sanırım bir şey daha var; Başlangıçta, hayatımızı sekteye uğratmayacağını düşünerek kendi arzumuzla kalkıştığımız işler/aktiviteler oluyor. Örneğin bir aktivite ya da bir hobinizle ilgili düzenli bir eğitime katılıyorsunuz ve diyelim ki bu sizin haftada bir gününüze mal oluyor. Üstelik haftanın iki günü başka bir faaliyetiniz, haftanın başka bir günü yerine getirmeniz gereken başka bir sorumluluğunuz varken. Evet, anlamak zor değil, birçok şey yapmak istiyoruz. Ama çoğu zaman bir şeyi atlıyoruz. İktisat dersi alanlar bilir, ilk ders iktisadın tanımıyla başlar. En basit şekliyle; “iktisat, kıtlık koşulları altında yapılan tercihlerin incelenmesidir.” Bizim de gün içinde yapabileceklerimiz sonsuz değil, kıt, süreli bir zaman kaynağı var elimizde. Yalnızca zaman olarak değil enerji ve performans olarak da belirli bir gücümüz var. Yani yapabileceklerimiz gücümüzün ve zamanımızın miktarıyla doğru orantılı. İşte bu noktada, daha fazla faaliyette bulunma arzumuz, sınırlarımızı aştığında, domino taşı etkisiyle bütün işlerimiz sekteye uğrayabiliyor, üstelik kaygı ve stres seviyemiz de yükseliyor.
Dedim ya, ben de bu düzen işinde çoğu zaman aksaklıklar yaşıyorum. Bazen her şey iyi ve kontrolüm altında devam edebiliyor. Sonra nasıl oluyorsa ipin ucunu kaçırıveriyorum. Kendimi yapılmayı bekleyen bir sürün işin arasında kafası karışmış olarak buluveriyorum. Böyle zamanlarda kafama deli sorular üşüşüyor. Güleceksiniz belki ama gülün, gülmeniz de hoşuma gider; Ütü birikti, ütü mü yapsam, yok önce banyoyu temizleyeyim, yufka almıştım iki gündür dolapta bekliyor, börek sarıp dondurucuya atacaktım güya, hay Allah saat kaç oldu, yürüyüşe de çıkamadım henüz, perşembe yaklaşıyor yazımı yazmalıyım, neyse ki bu haftanın kitabı “Köpek Kalbi”ni bitirdim ve neyse ki dün ihtiyarlara kelle paça çorbasıyla zeytinyağlı barbunya yapıp gönderebildim, gibi gibi…
Tüm samimiyetimle kendi plansız yaşamımdan bir kesiti aktarayım size; Bu hafta pazartesi günüydü. 2024’ün son pazartesisi. Bakırköy’e inmeyi düşünüyordum. (Kafamda evden çıkmayı planladığım belli bir saat vardıJ) Bir süredir diyet yapıyordum, o gün kahvaltımı her günkünden daha erken yapmıştım (yanlış). Evden çıkmadan önce, pürtelaş evdeki işleri halletmeye çalıştım. Öğleden sonraki ara öğünümü de işleri toparlayacağım diyerekten atlamış (bir yanlış daha), saat dört sularında evden ancak çıkabilmiştim. Metroyla iki durak sonrası Bakırköy Özgürlük Meydanı’ndaydım. İnsan açken özgür değil, açlığın tutsağıdır. İlk aklıma gelen, en sevdiğim rutinlerimden biri olan simit ve ayran oldu, üstelik diyete sabotaj etkisi de o denli büyük olmaz diye düşündüm. Önce, yarım simit bir bardak ayran diye geçirdim içimden. Kan şekerimin sinsice düşmeye başladığını hissettiğimden midir nedir, nar gibi kızarmış davetkâr simitlerin önünde durduğumda aniden bir simidin tamamını yemeye karar verdim. Simidim ve bardak ayranım elimde bir banka çöktüm. Hava rüzgârlı ve soğuktu. Soğuk ayranım, çıtır simidim ve ben kısa süreliğine mutlu olduk. Rastgele oturduğum bank büyükçe bir kafeteryanın karşısına denk düşmüştü. İçerde, büyük ekranda, yanan bir şömine ateşi görüntüsü vardı. Kızarmış odunların üstünde oynaşan alevleri seyrederek simidimi yedim ayranımı içtim. Bu şöminenin ateşi ne dışardan bakan beni, ne de içerde, yakınında oturanları ısıtıyordu. Kalktım, yakama dökülen susamları çöp kutusuna silkelerken “ah, her şeyin sahteleştiği çağ,” dedim. Neyse ki sokak simidi hâlâ gerçekti.
Evden planıma uyamamış geç çıkmıştım, ara öğün atlanmıştı. Bir simit dört dilim ekmek ediyor, kendimi aldatsam da diyetimi de sabote etmiştim. Aldırmadım kitapçıya doğru yürüdüm, listem belliydi. Sizinle de paylaşayım aldığım kitapları; . İvo Andriç’in “Drina Köprüsü,” Hwang Bo-reum’un “Hyunam-Dong Kitabevi,” Peride Celal’in “Melahat Hanımın Düzenli Yaşamı,” Romain Gary’nin “Onca Yoksulluk Varken” adlı kitabı.
2025 için iki şey hissediyordum; en değerli sığınağım kitaplar ve sözcükler olacaktı yine ve hissediyordum, bu yıl da çok düzenli olamayacaktım. Yaşamak sanat, sevgiyle nazikçe ve sakince üreterek yaşayabilenlere bir şapka çıkarmak istedim. Şapkam yoktu, beremi çıkarıp şöyle bir salladım, metroya doğru yürürken. Eve geç kalmıştım.