“Dali” adında tekir bir kedim var. Dali’yle aramızdaki iletişim dili onunla yaşamaya başladıktan sonra süreç içinde kendiliğinden oluştu. Ben onu, sevmek istediğimde değil o, sevilmek istediğinde sevebiliyorum. Eğer “sevilme ruh halinde” değilse ilişmemek gerektiğini dişiyle tırnağıyla anlatır, adeta “rahat bırakın beni hiç havamda değilim,”der. Bir şey isteyeceğinde iki ayağı üzerinde yükselir ve tek patisiyle kolunuza yavaşça pıt pıt dokunur. Döner, onun bakışıyla göz göze gelirsiniz. Sessiz iletişimin gücüne teslim olursunuz. En derin en masum bakışıyla “ne istediğimi biliyorsun, hadi lütfen ver” demektedir size. Sevdiği bir oyuncağıyla oynaması bittiğinde ki bu çoğu zaman bir saç lastiği ya da bir top olur, onu alır mama kabına bırakır. Bu da çok hoşuma gider. Mama kabının kendine ait alan olduğunu bilir ve oyuncağını da oraya kaldırır. Ev halkına takılırım bazen, “Dali bile eşyasıyla işi bitince onu yerine kaldırıyor, siz sağda solda bırakıyorsunuz” diye. Bazen de siz uzanmışken yanınıza sokulup yatmak ister. O zaman da karşınıza gelir, dört patiyi bitişik nizamda yan yana dizer, dik oturuşunu yapar size bakmaya başlar. Anlar, ona biraz yer açar “gel” dersiniz. Yumuşak bir sıçrayışla gelir, sırtını size yaslar, yan yatar. Sıcacık, yumuşacık ipeksidir tüyleri, başlarsınız sevmeye. En son karnını açar sevdirir. Mırlamasını iyice yaklaşırsanız duyabilirsiniz. Tadına doyulmaz, iki tarafı da besleyen sevgi dolu anlar yaşarsınız birlikte. Dil bilmeyen bir hayvanla iletişim kurabilmek bu kadar kolayken konuşabilen insanın insanla sağlıklı iletişim kuramaması ne garip değil mi?
Neden bazı insanlar bize çok iyi gelirken, bazılarından kaçmak istiyoruz? Bize iyi gelen insanlarla geçirdiğimiz zaman uzasın isterken, bize iyi gelmeyenlerden bir an evvel uzaklaşmaya çalışıyoruz. İşin garip yanı da uzaklaşmak istediğimiz insanların tümü sevmediğimiz kişiler değil. Çevremizdeki bazı insanlarla bizim için değerli olmalarına rağmen uzun süre bir arada kalamıyoruz/ kalmak istemiyoruz. Şimdiki zamanın ifadesiyle bazı kişiler sosyal bataryamızı hızla boşaltıyor. Şu cümle size de tanıdık geliyor mu; “Çok seviyorum benim için çok değerli ama beni çok yoruyor.” Kendimizi neden, nasıl böyle bir duygu durumu içinde buluyoruz?
Sınır ihlali yapmakta sakınca görmeyenler ya da ölçülü olmayı umursamayanlar iletişim kuramıyor, kurduklarını sanıyorlar. Çoğu zaman, laf olsun diye, sırf gereksiz merakları gidermek için sorulan sorular iletişimi bozuyor. Dinlememek iletişimi bozuyor. Siz daha sözünüzü tamamlamışken, sözün nasıl sonlanacağını bilmemesine rağmen, sözünüzü kesip konuşmaya başlayanlar iletişimi bozuyor. Siz bir sıkıntınızı paylaşmak istediğinizde sözünüzü yarıda bırakıp kendi derdini anlatmaya başlayanlar iletişimi bozuyor. Kaçmak, uzaklaşmak istiyorsunuz onlardan. Empati yoksunluğu iletişimi bozuyor. Acılı ya da hasta bir yakınınıza moral vermeye çalışırken kurduğunuz yanlış cümleler iletişimi bozuyor. Yüksek sesle konuşmanın çevre kirliliği olduğunu öğrenemeyenler, sürekli dert yananlar, çöp boşaltıcılar, aynı olayı defalarca anlatanlar, arkadaşlık etmek yerine bir şeyler öğretmeye çalışanlar ve narsist kişiliğe sahip olanlar iletişimi bozuyor.
En ama en çok çöp boşaltıcılar iletişimi bozuyor; “Ruhsal çöpü dökme yeri çocuklukta ebeveyn, yetişkinlikte psikoterapisttir. Bu kişiler dışında çöpünü döktüğün herkesi almak zorunda olmadığı bir rolü üstlenmeye itersin. “Ruhsal çöp,” baş edilemeyen duygulardır. İdrak ve kabul edilemeyen, düzenlenemeyen, davranışları yanlış yönlendiren, öfkeye, agresyona, pasif agresyona tahvil edilen duygular. Psikoterapi bir yanıyla insanın kendi çöpünü öğütmeyi, geri dönüştürmeyi, çevreyi (başkalarını) kendi çöpüyle kirletmemeyi, ilişkilerini enfekte etmemeyi öğrendiği bir etkileşimdir. Ebeveyni bireye çocuklukta duygusal eşlik ve eğitim vermediyse yetişkinlikte bunları öğretme işi terapiste kalır.” Konumuza dair uzman bir psikolog böyle diyor. Ancak ülkede alım gücü de, et, balık, yumurta, süt tüketimi de dibe vurmuş durumdayken ekonomik durumlarımız böyle diyemiyor. Protein fakirliği yaşanan yerde psikoterapist hayal olur herhalde. Yani çoğunluğun böyle bir ihtiyacı olsa da böyle bir lüksü (ulaşılamadığından lükse dönüşür) yoktur maalesef. O zaman ne yapacağız?
Çevremizdekilerin ruhsal çöplerini üzerimize boşaltmasını istemiyoruz elbette ama bu, sevdiğimiz değer verdiğimiz insanların dertlerine, acılarına omuz vermeyeceğimiz anlamına da gelmemeli. Ancak bu nasıl olmalı? Psikoloğumuz diyor ki; “ruhsal çöp bireyin kendi içinde az çok öğütülüp arıtıldıktan, öz farkındalığa dönüştürüldükten sonra dostla paylaşılırsa iki tarafa da iyi gelen bir diyaloğa dönüşebilir ancak. Toplumumuzda gayet meşru sayılan iç dökmek ya da dertleşmek olguları, genellikle olup bitenlerin ve yarattığı ham duyguların bilişsel bir işleme tabi tutulmadan ötekinin üzerine boca edilmesidir ki adı konulmamış, farkında olunmayan kısıtlayıcı bir oyunun içinde karşılıklı olarak duygusal şişmeye götürür bireyleri.” İyi güzel söylemiş de çöpünü kendi içinde öğütme, öz farkındalık filan bunları nasıl halledeceğiz? Yani içindeki ruhsal çöple kişi kendisi baş edebilir mi? Yanıt geliyor; “Bireyde öz farkındalık ve iç görü kazanma potansiyeli varsa, sürdürülebilir etkileşime girebiliyorsa öğrenebilir. Bu yüzden tekrar tekrar söylüyoruz, yakın ilişkiler kurun ve çıkan her sorunda dönüp bir de kendinize bakın diye. Bir ilişkinin “iyileştirici deneyim” olabilmesi için bireyin o ilişkide açığa çıkan yanıyla; benliğinin ham, yoz, karanlık yönleriyle yüzleşme cesareti, öz kabulü ve değişmek, öğrenmek yönünde çabası olmak gerek.”
Gördüğünüz gibi durumun mümkünlüğü belli şartlara bağlı. Öz farkındalık ve iç görü kazanma potansiyeli varsa, sürdürülebilir etkileşime girebiliyorsa, diyor uzmanımız. Çöpünü başkasının üstüne dökenlerde o potansiyel olsaydı, şimdiye dek bir şekilde ortaya çıkar, çöpleri çöp kutusuna döker, üstüne bir de etrafı paklardı, değil mi? Ne yapalım, potansiyel yoksa, sınırlar var, gerektiğinde çekebileceğimiz çitler var. Söylesek de anlamıyorsa çitimizi çekecek, etkileşimi kesebiliyorsak kesecek, kesemiyorsak en aza indireceğiz.
Çöpçü ruhlulardan korunmak için kendi çitimizi çekebilmiş olsak dahi onların verdiği zararlardan bütünüyle kurtulmak mümkün olmuyor. Bildiğim bir köyde 600 yıllık bir çınar var. Birkaç yıl öncesine kadar o köye her gittiğimde bu güzelim ihtiyarı, çapını düşününce imkânsız ama kollarımla sarmaya çalışır, kulağımı tenine dayar dinlemeye koyulurdum. Yaprakları rüzgârın ıslığıyla hışırdarken sanki yüzyıllar ötesinden hikâyelerini anlatırdı bana ve ben derinlere dalar dalar giderdim. Yani ben, ulu, bilge bir ağaç ile de iletişime geçebilirdim. Artık bu ulu çınarla bu buluşmayı gerçekleştiremiyorum. Etrafına taştan bir duvar, duvarın üstüne de demirden çit çekmişler. İhtiyara sarılmak artık imkânsız. Neden? Muhtemelen değer bilmez Vandalların verdiği/verebileceği zararı önlemek için. Çöpçüler çöpünü yalnızca bizlere değil doğaya da dökmeye devam ettiğinden, o güzelim ihtiyar korunmak için etrafına kendisi çit çekemeyeceğinden, onun etrafına da bizden korunsun diye kendi ellerimizle çiti biz çekmişiz. Kediyle, ağaçla değil de kendi türümüzle işler zor. Hep böyle oluyor. Kurunun yanında yaş da yanıyor. Ruhu bozuk tahripçiler yüzünden hayatın güzelliklerinden, sevdiğimizi sevmekten mahrum bırakılıyoruz.