Yaşadığım evin caddeye bakan ön cephesinde balkon yok. Vakti zamanında varmış, sonradan mutfağa dahil edilmiş. Ne yazık ki, yeterince büyük olan mutfağı, anlamsızca daha da büyütmek için balkondan vazgeçmişler.
Neyse ki arka cephede bir balkonum var. Hareketten, gürültüden izole, çatılara ve göğe açılan, annemden kalan üç saksı sardunya, teyzemin hediyesi bir yılbaşı çiçeği, eltimden bir ortanca, içerde mızmızlandığı için balkona çıkardığım ve balkonu çok seven haylaz bir paşa kılıcı ve yine, annemin, balkonunda oturmuş üzüm yerken bir iki üzüm çekirdeğini önündeki saksının toprağına itelemesi suretiyle yetişmiş, benim yaşatmaya çalıştığım küçük bir asmanın da bulunduğu bir balkonum var. Dolunaylı gecelerin, bulutların ve uçan kuşların seyrine doyum olmamakla beraber, hep yüksek katlarda yaşamış biri olarak birinci ve ikinci kat balkonlarına özenmişimdir. Sokağa, akan hayata daha yakındır çünkü. Oyuna ara verip sahnenin kenarına geçmiş, devam eden oyunu seyreden bir oyuncu gibi hissettirir. Yazın sıcak günlerinde güney cepheye bakan mutfağımda çok bunaldığımda biraz serinlik bulurum umuduyla kuzeye bakan balkonuma çıkarım. Neredeyse her balkona çıktığımda bir grup evcil güvercinin uçuşuna denk gelirim. Yani bir seyir hediyesi, sessizce bulmuştur beni yine.
Hâlâ apartmanlarının çatı katlarında evcil güvercin besleyen insanlar var, ne güzel. Bu arada “güvercin” sözcüğü “gök” sözcüğünden türemiş. Eski ve Orta Türkçede “gök” sözüne eklenen “-er” eki, bu sözcüğü “göğer” haline getirip ona “gök rengini almak” anlamını katmış. Evcil güvercinlerin birbirlerinden ayrılmadan, aynı yörüngeyi takip ederek, güneş ışınları kanatlarına harikulade pırıltılar bırakırken kelebekler kadar narin uçuşları beni her defasında mest eder. Estetik, zarif, duygusal, sadakatli bir uçuştur bu.
Dün, evcil güvercinleri seyrederken sudan hızlı akan zamanda geçmişe, çocukluğuma gittim. Beş yaşıma kadar bir Orta Anadolu köyünde en organiğinden bir hayat yaşadım. Sonrası İstanbul’da, beton yığınları arasında, hep apartmanların üst katlarında akan bir hayat oldu. Köydeyken ineklerimiz, kedimiz, bir sürü tavuğumuz, civcivimiz ve bir sürü güvercinimiz vardı. Annemin eli çok bereketliydi. Başımızın üstünde uçuşan güvercinlerimiz ve harman yerinde gezinen tavuklarımızın her geçen gün sayılarının artmasıyla annem köyde nam salmış, konuşulur olmuş. Tavuklar kümesin dışında da, olmadık yerlere yumurtlarmış ve annem tesadüfen bulurmuş taşların arasında birikmiş bir öbek yumurtayı. Dediğim gibi o zamanlar bir sürü güvercinimiz vardı, salıverirdik göğe. Bazen de başımız havada güvercinleri seyrederken seyrek de olsa çok daha yükseklerden uçan bir uçak görür heyecanlanır, bir anlığına güvercinleri unutur, yöre ağzımızla “tiyaree (tayyare) babama selam söyle” diye bağırırdık. Çoğu köy çocuğu gibi bizim de babamız uzaklarda çalışıyor olurdu çünkü.
İstanbul’a taşınırken haliyle, siyahlı beyazlı ala kedimiz dışında hiçbir hayvanımızı getiremedik. Hoş o da kısa bir süre sonra balkondan, atlayıp kaçıp gitti, bir daha da bulamadık. Güvercinlerimizin hepsini komşumuza emanet etmiştik. Sonradan duyduk ki vahşi köylü komşumuz, birer birer kesip yemiş güvercinlerimizi. Vahşi sözcüğü beni çocukluğumdan, süratle vahşetin zirve yaptığı günümüze tekrar ışınlıyor. Neyse bugün balkonda silkelenme günü, bunlardan konuşmayalım. Balkon diyordum, herkesin kollarını balkon demirlerinden uzatıp, ruhunu silkeleyebileceği, havalandırabileceği, nefes alabileceği bir balkonu olmalı.
Balkon, dışarıyla içerinin bağlantı noktasıdır, balkonlu bir eviniz varsa, bir ayağınız her an dışardadır. Siz balkondan dışarıyı seyredersiniz, dışardakiler de balkonunuzu. Balkon kimliğinizi bir parça ele verir. Manzarası güzel ama ruhu olmayan balkonlar var. Bir de kendisi manzara olan ruhu olan balkonlar, bahçeye öykünen balkonlar var. Semtte yıllardır alışveriş yaptığım süt ürünleri satan bir dükkan var. Tulum peyniri, manda kaymağı ve tereyağı efsane güzeldir. Geçenlerde yoğurt ve tereyağı alıp bu dükkandan çıktım, yolun karşı tarafına geçtim. Bir anda bir sürü kuş ötüşü duydum. Başımı yukarı kaldırdım. Cıvıl cıvıl bir balkon, geçip gidemedim, bir süre baktım balkona. Çiçekler ve kuşlarla dolu, renkli, hayat dolu bir balkon. Belki bir kadının belki bir erkeğin belki de birlikte iki ruhun eseridir kim bilir? İnsan isterse üç dört metrekarelik alanı cennet gibi, küçük bir kır bahçesine dönüştürebiliyor. Şimdi bu balkonun sahibini; suratsız, mızmız, hiçbir şeyden mutlu olmayan biri olarak nasıl düşünebilirim? Kendine iyi gelecek şeyleri yapabilmek, bedenine ve ruhuna iyi bakabilmek ne güzeldir. İnsan ruhunun plastik çiçeklere teslim olduğu bu günlerde, çiçekli balkonlar ve kuş sesleri kimsenin ilgisini çekmiyor artık.
Ne diyordu bir belgesel programında Yıldız Kenter; “Nerden çıktı bu plastik çiçekler, neden plastik bu çiçekler? Bulabildiği her toprak parçasında filiz veren tomurcuklara inat her bahar yeniden yeniden renklenen yaşama inat. Toprak mı bitti yoksa yağmurlar mı? Ah özensizlik umursamazlık sıradanlık her yanımızı saran bir boş vermişlik duygusu, beğenilme güdümüzü tatmin için plastik cerrahi, örselenen ruhlarımıza plastik sanatlar, yapay ilişkilerin fırça darbeleriyle sürdürülen plastik yaşamlar. Neden çıktı bu plastik çiçekler, neden plastik bu çiçekler? Özen göstermeye gerek bırakmayan bir güzellik bir birliktelik arayışı mı? Tıpkı evlilikler gibi, savruk hayatların, tutunamamanın, kök salamamanın ve zamansızlığın, her daim zamansızlığın dışa vurumu mu? Etiketleri yırtılmış eğilip bükülmüş ama içinde taşıdığı cana inat ayakta duran konserve kutuları süslemiyor artık pencere pervazlarını. Nereye gitti hercai menekşeleriyle övünen, tomurcuklara, sardunyalara konuşan komşular, gül ve hanımeli kokularının birbirine karıştığı dingin balkonlar. Ne zaman vazgeçti ortancalar teneke kutuları mesken edinmekten. O uzak kentlerdeki karmaşada her şeye karşın yeniden tomurcuklanan yaşam sevinçlerine yer kalmadı mı? Gökdelenlerin gölgesinde başını kaldıramıyor mu kır çiçekleri? O kentlerin koşuşturmasında vaz mı geçildi nergisin kokusundan. Basit yaşamak zorlaştı. İnsanlar kente teslim oldu. Preslenmiş insan yığınları, pvc pencereler, kauçuk pabuçlar, plastik uzaktan kumandalar, naylon ilişkiler, çabalamadan güzellikleri ellerinde tutmak isteyen plastik yaşamlar ve sulanması, özen gösterilmesi gerekmeyen odalara yayılmış sahibinin hevesinin geçmesini bekleyen plastik çiçekler. Nerden çıktı bu plastik çiçekler. Neden plastik bu çiçekler?
Balkonunuzdan, pencere önlerinizden çiçekleriniz, başınızın üstünde uçan ötüşen kuşlarınız eksik olmasın..