İnsan nasıl anlaşır hayatla? Su akar yatağını bulur, öyle mi? Ya bulamazsa? Hep bulur mu? Bulamadığı da olmaz mı? Ararken yitenler, yok olanlar yok mudur? Bir gezegenin üzerinde insanlar akar dururlar bir ülkeden diğerine su misali ve tekrar gelir soru; insan nasıl anlaşır hayatla?

Yorgan Yüzü

Babam ve annemin vefatından sonra evleri uzun zaman, olduğu gibi, öylece kalakalmıştı. Ve çok uzun bir aradan sonra evi boşaltmanın ağır ve hüzünlü görevi bana düşmüştü. Gerçek işlevlerini yitirmiş artık “hatıra” zamirine bürünmüş bazı kişisel eşyaları kardeşlerimle paylaşmak üzere ayırmıştım. Geriye kalan, “eşya” adı altındaki bütün anı ve izleri kendi ellerimle ortadan kaldırmıştım, zordu, bu ağır görevi yerine getirirken yalnızdım. Çok eskiden biz küçükken, henüz çoğu evde hazır dikim yorgan kılıflarına, yani nevresim takımlarına henüz geçilmemişti. Yorgan yüzü nedir, bilenler bilir. Yorganların alt yüzü beyaz patiska ya da Amerikan bezi denilen kumaşla, üst yüzleri de genellikle çiçekli-desenli patiska ya da pazenlerle kaplanırdı. Kaplanırdı derken, yere büyükçe bir örtü yayılır, alta beyaz kumaş, araya yorgan, onun üstüne de renkli kumaş serilirdi. Ve annem bu kumaşları yorganın dört bir yanını döne döne yorgana dikerdi. Yorgan yüzleri her yıkandığında bu zahmetli iş tekrarlanırdı. İşte evdeki eşyaları boşaltırken abimin ve benim çocukken kullandığımız yorganlarımızın yüzlerine de rastladım. Annem, aynı desendeki, benimki yeşilli, abiminki mavili yorgan yüzlerini sökmüş. Bu iki yorganın renkli olan üst yüzlerini birleştirerek bir nevresime dönüştürmüş. Çift taraflı kullanabileceğiniz bir yüzü mavili bir yüzü yeşilli bir yorgan kılıfı elde etmiş. Annemin elinden çıkma bu el yapımı yorgan kılıfı belki de beni en çok hüzünlendiren eşyalardan biri olmuş olabilir.

Kapı kilitli mi?

Soğuk kış günlerinde kok kömürünün hamam gibi ısıttığı sobalı, sıcacık güvenli evimizde, bu sıcacık yorganlarımızın altında uykumuz gelene dek babamın aldığı güzelim kitapları okurduk. Evin daha da güvenli olmasının bir koşulu vardı ama. Gece yatmadan evvel dış kapının kilitlenmiş olması gibi. Çocukken karanlıktan korkardım ve benim bu korkumu bilen sevgili abim bundan yararlanır kendine eğlence çıkarırdı. Tam uyumak üzereyken “annemler kapıyı kilitledi mi acaba?” sorusuyla içime bir kurt düşürürdü. Karanlık korkum yüzünden “abi sen bir baksana ne olur” derdim. “yok valla hiç kalkamam” der inatlaşır, kalkmazdı. Ben kalkacağım, odadan çıkacağım, karanlıkta koşarak evin salonunun salomanje kısmından koridora çıkacağım, dış kapıyı kontrol edecek, korkuyla tırıs tırıs koşarak geri gelecek, güvenli, yeşil çiçekli yorganımın içine atlayacağım. Abim de benim halime katıla katıla gülecek. Kim bilir kaç gece yaşamızdır bu, birini korkutan diğerini güldüren anları. İşte bu tatlı, sıcak çocukluk anılarımı canlandıran, yorgan yüzlerinden bozularak dikilmiş nevresimi elimde tutuyordum şimdi. Ne yapacağımı bilemedim. Onu da “hatıralar” kategorisine ekleyerek kenara ayırdım.

Ahbap

Hatice Abla ahbabımız olur, yıllardır tanışırız. Sorgulayan, mevzular üzerine tartışmayı seven, muhakeme yeteneği gelişkin, zeki bir insandır kendisi. Yükseköğrenimi yoktur. Karadenizli, tutucu bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir ve okutulmamıştır. Eğitim hakkına kavuşamamak ağırlıklı olarak kızların olmakla birlikte birçok çocuğun kaderi olmuştur bu ülkede. Kimi zaman bağnazlıktan, kimi zaman da kırsalın zor şartlarının eğitim hakkına kavuşmayı imkânsız kılmasından okuyamayan çok çocuk olmuştur. Doğacağınız coğrafya, doğacağınız ev, kimlerin çocuğu olacağınız, siz daha doğmadan hayatınızın resmini, karakalemle kabaca çizer sanki bir kâğıda.  Hatice Abla da kendisi için çizilen karakalem resmin içine yerleştirilenlerden olmuştur. Çocukları da zekidir, çok iyi sıralamalarla çok iyi bölümlerde okumuşlardır. Kendisi akıp yatağını bulamasa da çocuklarını berrak sular gibi akıtmıştır hayata. Peki, ölçmeyle biçmeyle, sayılarla arası iyi olan bu kadıncağız da bir yerlere akıtmasın mıydı yeteneğini, ama nereye? Kesmeye ve dikmeye başlamış milim milim ölçerek. Patchwork denilen yama işiyle gönlünü eğlerken renkleri, desenleri bir araya getirmiş ince bir ustalıkla üretmiş durmuş yıllarca. Elimdeki, annemden hatıra mavili yeşilli yorgan kılıfını Hatice ablaya ulaştırdım ben de. Her daim, elimin altında gözümün önünde olacak bir şeylere dönüştürmesini istedim ondan. Sağ olsun, çocukluğumun mavisinden ve yeşilinden runner örtüler dikti bana, patchwork sanatıyla. Sayesinde her gün göz kırpıyor masamın üzerinden çocukluğumun yorgan yüzleri. Yeşil mavi iki kumaş bile zamanın içinde, önce yorgan yüzü, sonra yorgan kılıfı en sonunda da bir masaya runner (uzun dar örtü) olarak zaman yolculuğunda akmış, dönüşmüşlerdi.

Dut Ağacı

Yol kenarlarındaki dut ağaçlarına rastlamışsınızdır. Aklınız dolu yürürken bir dut ağacının yanından geçtiğinizi fark etmeyebilirsiniz çoğunlukla. Ne zaman ki dutlar olgunlaşır dökülür yürüdüğünüz kaldırama, belki o vakit ancak ilişir gözünüze dut ağacı. Kaldırımlara düştüğü an değişir dutun kaderi.   Dut, onca zamandır dalında yetmeye durmuştur, renklenmiş, tatlanmış, olmayı başarmıştır. Olup da dalından düştüğünde ise hızlı hızlı yürüyen ayakların altında “olma”dan yok olmaya, ezilip, ziyan zebil olmaya hızlı bir geçiş yapar. Çünkü coğrafya kaderdir, dutun coğrafyası gelen geçenlerin ezip geçtiği bir kaldırım ya da yol kenarı olmasaydı, coğrafyası, güzel bir bahçenin içi olsaydı kaderi de farklı olabilirdi. Birçok ulus, birçok insan dalından ayak altına düşen dut misali yüzyıllardır ezilir ayaklar altında.

Güneşteki Adamlar

Göğsünü dayadığında sanki yerin kalbini duyacak kadar toprağa bağlı ihtiyar bir köylü, haksızlığa karşı mücadelesi zindanın yolunu gösterdiğinde kaçmaktan başka çaresi kalmayan genç eylemci ve okulu bırakıp gerçek dünyada “pişmek” zorunda kalan toy bir öğrenci. Filistinli yazar Gassan Kanafani’nin “Güneşteki Adamlar” romanı bu üç kişinin hikâyesini anlatır. Yolları Basra’da bir insan kaçakçısının yazıhanesinde kesişir. Kuveyt’e varıp, Körfez’in bu zengin ülkesinde çalışıp para kazanmaya başladıklarında yalnızca kendilerinin değil arkalarında bıraktıkları Filistin’in, ailelerinin, sevdiklerinin de talihini değiştirmeyi umarlar. Yola koyulduklarında, geride kalan acı hatıraların yanı sıra çölün dayanılmaz sıcağıyla da baş etmek zorundalar. Yolculuk sona erdiğinde, siz de kitabın sonuna gelmiş olursunuz ve görürsünüz ki bu üç insan Filistin’den de onun acılı tarihinden de hiç uzaklaşamıyor. Kitabın arka kapağında şöyle yazıyor; “Güneşteki Adamlar, 1963’te yayımlandıktan sonra da yazılmaya devam eden bir metin. Onu aynı zamanda çölde kavrulan, okyanusta boğulan, kamyon kasasında yahut bir uçağın bagajında buz tutan göçmenlerin hikâyesi olarak da okuyuşumuz bundan.” 

Sözün sonu; Kimi sular akar yatağını bulur, güvenli ve şanslı coğrafyalarda doğup çağıldar. Kimi sular hiç akamamıştır, batan mülteci botlarından büyük suya düşmüşlerdir. Büyük su, sizin bebek olmanıza aldırmamıştır, canınızı alıp kıyıya fırlatmıştır.