10 Aralık 1948. Birleşmiş Milletlerin İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’ni ilan ettiği gün. 1789 Fransız İhtilâli sonrasında yayınlanan İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nin son durağı.
İnsan onurunun ve haklarının tanınması, hürriyetin, adaletin ve dünya barışının temeli olması, dehşetten ve yoksulluktan kurtulmuş insanların, söz ve inanma hürriyetlerine sahip olacakları bir dünyanın kurulması, insanın zulüm ve baskıya uğraması, uluslararasında dostça ilişkiler geliştirilmesini, erkek ve kadınların eşitliği, ve daha pek çok insanı insan yapan, duygu ve düşünceler İnsan Hakları Evrensel Bildirisinin gerekçesini oluşturuyordu.
Otuz maddelik bildirinin özeti şöyleydi:
“İnsanlar hür, eşit doğarlar. Birbirlerine karşı kardeşçe davranmalıdır. Herkes, ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasi veya diğer herhangi bir fark gözetilmeksizin bu Bildiri’de yazılanlardan yararlanırlar. Yaşamak, hürriyet ve kişi güvenliği herkesin hakkıdır. Hiç kimse kölelik veya kulluk altında bulundurulamaz; Hiç kimse işkenceye, onur kırıcı cezalara veya işlemlere tabi tutulamaz.
Kanun önünde herkes eşittir. Herkes, suçlu olduğu tespit edilmedikçe suçsuz sayılır. Hiç kimse işlendikleri sırada milli veya milletlerarası hukuka göre suç fiillerden mahkum edilemez. Bunun gibi, suçun işlendiği sırada uygulanabilecek olan cezadan daha şiddetli bir ceza verilemez. Her şahsın, fikir, vicdan ve din hürriyetine hakkı vardır; Her ferdin fikir ve fikirlerini açıklamak hürriyetine hakkı vardır. Her şahıs toplanma ve dernek kurma ve derneğe katılma serbestisine sahiptir.
Her şahsın kamu hizmetlerine eşitlikle girme hakkı vardır. Herkesin, hiçbir fark gözetilmeksizin, eşit iş karşılığında eşit ücrete hakkı vardır. Her şahsın dinlenmeye, eğlenmeye, tatillere hakkı vardır. Her şahsın öğrenim hakkı vardır. Öğrenim hiç olmazsa ilk ve temel safhalarında parasızdır. İlk öğretim mecburidir.”
Bunların tümüne kimsenin itirazı olamaz. Ancak lütfen yanlış anlamayınız. Öç ve kin duygularını körüklemek istediğimi sanmayınız. Ama, İnsan Hakları konularında Türkiye’ye ders vermeye kalkanların suratlarına çarpmak için, Bosna’yı, Hersek’i unutamayız. Kuzey Irak’ta, Filistin’de, Lübnan’da, Suriye’de, Kafkaslar’da, Doğu Türistan’da, Afrika’da insanlık tarihinin en büyük dramlarıa ne diyeceğiz?
İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’ne ve yaşamakta olduğumuz görüntülere bu parantezi açtıktan sonra, konunun üçüncü boyutuna da bir göz atalım istiyoruz. Avrupa Fransız İhtilali’nden sonra, İhsan Haklarını telaffuz etmeye başlamış. Oysa tarihimizde Hoca Ahmet Yesevi’nin, Mevlâna’nın, Yunus’un, Hacı Bektaş’ın ve daha onlarcasının aydınlığında insan hakları var olmuş ve uzun sözü bir yana bırakıp “sevgi ve hoşgörüde” özdeşleşmiş.
Türklerde hoşgörü yaygınlaşırken, diğer uluslar bunu iblisin işgali saymışlar. İngiltere de bile 16 ncı yüzyıla kadar kadın “murdar” kabul edilmiş. Ama aynı yüzyılda Conte de Marsigli “Türkler hiçbir din farkı gözetmeksizin yabancılara karşı son derece konukseverdir” diye yazmakta. Ubicini ise bir başka gerçeğin altını çizmekte: “Avrupalılar tarafından barbar sayılan Türkler kadar insanlığı seven bir millet bilmiyorum.” Malazgirt savaşından sonra, Anadolu’da Türkmen davranışı karşısında Bizanslılar bile “Latin külahı yerine Türk sarığının hüküm sürdüğünü görmek daha iyidir.” demişlerdi.
Selçuklular, Bizans’tan kaçıp sığınan siyaset ve iş adamlarına kucak açmışlardı. Fatih, Yahudi, Rum ve Ermenilere karşı hoşgörülü olmuştu. II Beyazıt binlerce İspanya sürgünü Yahudi’ye yer vermişti.
Kuşkusuz ki, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi güzel bir insanlık manzumesidir. Türkiye de bunun altına imzasını koymuştur. Günümüzde Türkiye’ye karşı “kriterler” dikte ettirenler, kendi kapılarının önündeki pislikleri temizlemelidir.