Sevgili dostlarım, Mevlana’nın türlü yönlerinden söz ederek sizleri hoş görü iklimine yönlendirmeyi deneyeceğim.
Yine gel, yine gel, her ne olursan ol, yine gel! Kâfir isen de, Mecusi isen de, Putperest isen de yine gel! Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir. Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel!..”
“Bazâ bazâ her ançi hesti bazâ /Ger kâfir-ü gebr-u putperesti bazâ / İn dergeh-i ma dergeh-i nevmidî nist / Sad bar eger tevbe şikesti bazâ...”
“Her ne olursan ol, yine gel!” diyerek hoşgörü ve sevginin zirvesinden, bütün insanlara seslenen, onlara doğru yolu gösteren bilgeler bilgesidir Mevlâna Celâleddin Rumî...
İran’ın ünlü şairlerinden Abdurrahman Molla Camî, Mevlâna için şöyle diyor:
“Men çi guyem vasf-ı an cenab
Nist peygamber veli dared kitab...”
Günümüz Türkçe’si şöyle: “O yüce bilgenin niteliği hakkında ben ne söyleyeyim? Peygamber değildir ama, kitabı vardır.” Molla Camî, Konya’ya gelirken şehre beş saat kala bir uzaklıkta atından inermiş. Pabuçlarını çıkarıp koltuğunun altına alarak Mevlâna’nın huzuruna yalın ayak gelirmiş. Türbe ziyaretinden sonra, beş saat uzaklıkta bir köye gidip orada gecelermiş. Sebebini soranlara: “Mevlâna’nın kabri bulunan bir yerde ben ayaklarımı uzatıp yatamam!” dermiş.
Aynı nedenle, Pakistan’ın millî şairi Muhammed İkbal’in uçağı Türkiye semâlarını terk edinceye kadar koltuğuna oturmadığı bilinir.
Şimdi, Yaman Dede’nin şiirinin bir bölümü ile Nay’dan Mevlâna’ya ulaşıyoruz:
“İçi boş, benzi sararmış ona aşıktır maya,
Derd-i hicran ile inler, eder âh Leylâ’ya.
Arzeder hıçkırarak aşkını hep Mevlâya,
Bak neler söyletiyor Hazreti Mevlâna’ya?
Bu ne aşkın, bu ne derdin, bu ne mestin sesidir?
Bu ne tizin, bu ne evcin, bu ne pestin sesidir,
Bu ezelden geliyor, Bezm-i eletsin sesidir;
Bak neler söyletiyor Hazreti Mevlâna’ya?
Bu yüce nağme nedir, ah-ı mealin mi senin,
Nefesin mi, ya sesin mi, ya Cemâlin mi senin?
İnleten nay-ı firakın mı, visalin mi senin?
Bak neler söyletiyor Hazreti Mevlâna’ya?”
Mevlâna… Yüzyıllar ötesinden, insanlık yolunu aydınlatan nur!
Mevlâna.. Sınırlarımızı aşarak, doğudan batıya, kuzeyden güneye bütün bilim dünyasını kaplayan ışık. İlâhi aşk dalgası sönmeyen köpüklerinde her devrin aşıklarının gönüllerini yıkayan arıtan..
Mevlâna..
O sonsuza kadar var olacak nur çağlayanı. Dünya durdukça, insanlığın gönlünde akmaya devam edecek. Umut, inanç ve aşk ahengiyle ve bütün yüceliğiyle akacak... Akacak...
Mevlâna. Dünya ve ahret bahtiyarı koca Mevlâna... Zaman silindirinin hiçbir zaman tırmanmadığı bir ulu doruk.
O “Karanlığa sapma güneşler, ümitsizliğe düşme ümitler var” diye çaresizlere, hayat sunan yol gösterici. O yalnız insanüstü değil, üstlerin üstü, ilâhi vasıflara bürünmüş Mevlâna.! Ve nihayet Mevlâna hakkında denilecek şey, hiçbir şey diyememek.
“Hangi dersi hikmetin dânası Mevlâna değil
Hangi aşk Sinâ’sının Musa’sı Mevlâna değil
Hangi Mecnun ki onun Leylâ’sı Mevlâna değil
‘Kangı âşıktır o kim Mevlâsı Mevlâna değil?’”
Mevlâna Celâleddin Rumî, 1207 yılında Horasan’ın Belh kentinde doğdu. Bilginler sultanı Bahaeddin Veled bin Hüseyin bin Habib’in oğluydu. Ailesiyle Erzincan, Sivas, Kayseri, Aksaray ve Niğde’de bir süre kaldıktan sonra Karaman’a yerleşti. Burada Gevher Hatun’la evlendi. Oğlu Mehmet Bahaeddin ile Alaeddin Mehmet dünyaya geldi. Selçuklu hükümdarı Alâeddin Keykubat’ın daveti üzerine Konya’ya yerleştiler. Tirmizli Seyit Burhanettin’den eğitim aldı.
Gerçek dosta özlem duyduğu günlerden bir gün, yüce kişiliğini belli etmeden halk arasında dolaşan Tebrizli Şems’le karşılaştı. Aralarında kurulan dostluk, kısa zamanda ilerledi. Şemsettin Muhammed, Tebrizli bir Türk’tü. Zamanın bütün bilgilerini bilmekte, din ve felsefe akımlarını yakından izlemekteydi.
Yarın Mevlâna ve Şems’in ilişkisinden söz edeceğim.