Suruç'ta bomba patlar, birileri ölenlerin kimliğine bakar sevinir, birileri "kim yaptı" diye bakar tepki göstermek için, canı yananlar ise feryadı basar: Güvenlik ve istihbarat zaafiyeti…
Diyarbakır'da bomba patlar, yine "ölenler bizden değil nasılsa" deriz, ağızlarda aynı terane: Güvenlik ve istihbarat zaafiyeti…
Ankara'da, İstanbul'da, tekrar Ankara'da 5 ay içerisinde üçüncü bomba patlar yine aynı klişe cümleler yankılanır kulaklarımızda: Hesabı sorulacak, kanları yerde kalmayacak, hak ettikleri cevabı misliyle alacaklar… Güvenlik ve istihbarat zaafiyeti, yönetim zaafiyeti, istifa yok mu kardeşim istifa… Yine "kimler ölmüş" diye sorgularız, yine yapan örgüte göre tavır takınırız.
Peki bir günde mi geldik buralara?
Bizde hiç mi zafiyet yok beyler, hanımlar… Şöyle bir aynaya bakalım, kendimizi sorgulayalım önce. Eli kalem tutandan, klavyenin başına oturduğunda en toplumcu, ülke sever, halk sever, vatan sever, özgürlük sever, Türk sever, Kürt sever, sever oğlu severlere kadar, ununu eleyip eleğini asmıştan tutun da, çocukları için mutlu bir gelecek hayali kuranlara kadar… Önce bir kendimize bakalım aynada ve gerçeklerle yüzleşme cesareti gösterelim.
Kahvede, evde, işyerinde, sokakta, parkta bir iki sohbetdaş bulduğumuz zaman mangal bırakmayanlar çok mu masumsunuz?
Bu ülkede hep "mağduriyet" üzerinden güç devşirmeye kalkanlar. "Kürtler eziliyor", "halklar eziliyor", "özgürlükler yok ediliyor" diyenler, "dindarlar eziliyor", "muhafazakarlar eziliyor" vesaire vesaire ama hep "bizimkiler eziliyor" mihvalinde sözler söyleyenler, çok mu günahsızsınız? Darbeci, kumpasçı, PKK'cı, yabancı işbirlikçi diyerek basitçe sıyrılabilir miyiz bu işin içinden?
Hafızalarınızı şöyle bir tazeleyin hele. Örnek olan, iyi olan, dürüst olan, farkındalık yaratan ve ülkesi için tuğla üstüne tuğla koyanlara sahip çıkarak mı beceriksiz yöneticilerin eline kaldık?
Mesela "dürüst siyasetçi" olarak yakın tarihe yazılmış Adnan Kahveci'yi karmaşık ve "cinayet kokan" bir trafik kazasıyla öldükten kaç gün sonra sildiniz hafızalarınızdan? Ama rüşvetten yargılanmış, hüküm giymiş birçok siyasetçi, bürokrat, memur dolaşıp durdu aramızda ömürlerinin sonuna kadar. Hanginiz yüzüne tükürdünüz, onu yalnızlığa ittiniz ve vebalı muamelesi yaparak "düzenbazlığın" en ağır cezasını verdiniz?
Bir Recep Yazıcıoğlu vardı "efsane vali" sıfatı taşıyan. Gittiği her şehirde ayrı bir yükselen hikaye çıkarıyor, memurundan halkına herkesin yüzünde gülücükler, yüreğinde umutlar filizlendiriyordu. O da bir trafik kazasına kurban gitti. Kaç gün hatırladınız, uğradığı sürgünlerin hangisinde peşinden gittiniz? Vefatının ardından eşini, evlatlarını kaç gün hatırladınız da "çalışkan ve dürüst vali" olarak onu ölümsüz yaptınız? Sonraki valilerin gıptayla Yazıcıoğlu'na bakıp, ondan daha fazlasını yapması için siz ne yaptınız?
İnsanların asit kuyularına gömüldüğü, dışkı yedirildiği gibi karanlık infaz hikayelerinin anlatıldığı Diyarbakır'da çocukla çocuk, yaşlıyla yaşlı olan ama devletin gülen yüzünü halkla birlikte tüm ülkeye yansıtan bir Gaffar Okkan vardı. Dengeleri değiştirmiş, akıp giden kirli sürece "sihirli değnek" gibi müdahale etmiş, gözünü daldan budaktan sakınmayan ve elini kolunu sallayarak Diyarbakır sokaklarında dolaşan, her gördüğünün gözlerinin içine bakabilecek kadar kendisinden emin bir Emniyet Müdürü…
Keleşlerle taradılar çapraz pusuda. "Hizbullah" denildi, "PKK" denildi, "derin operasyon" denildi. Ama ne oldu? Kalleş suikastin ardından Gaffar Okkan'ın ekibi de dağıtıldı, Diyarbakır'dan sürüldü, her biri ayrı ayrı yerlere savruldu. Hangisine sahip çıktınız? Gaffar Okkan'ın anısına mı, başarının ödülünü ceza olarak alan arkadaşlarına mı?
Eşref Bitlis vardı. Jandarma Genel Komutanı'ydı, ülkenin farklı bir generaliydi. Terörle mücadeleyi sadece güvenlikçi konseptle değil, halkla birlikte yaparak başarabileceğine inanıyor, bir ayağı Ankara'daki karargahında, diğer ayağı ise sürekli bölgedeydi. JİTEM ve karanlık infazlarının konuşulduğu bir dönemin ortasına düşmüş olmasına rağmen bir umut olmuştu. Çekiç Güç'ün bölgedeki "Sevr operasyonu" için ne kadar tehlikeli işler yaptığını biliyor, bunu kırmak ve suçüstü yapmak için çaba harcıyordu. Uçağının motorları buzlanırken ısıtamadınız tamam, ama cansız bedenini de mi sarıp sarmalayamadınız? Arada bir mezarının başına gidip "bu halk seni unutmadı" diyebildiniz mi tüm bu yitip giden "devlet çiçekleri"ne…
Hayır…
Kaktüsleri suladınız, beslediniz daha fazla palazlansın diye… Lice'deki hint keneviri tarlalarından, sınırdaki kaçakçılık hattına kadar kirli parayla palazlananlara hep birlikte göz yumduk. O kara paranın bir ucundan tutup, cebinize indirmenin savaşını verdiniz hepiniz… "Boşveeer, altı ay sonra beyefendi derler" sözünü dilinize yapıştırıp, her türlü ahlâksızlığa birlikte göz yummadık mı?
Yetti mi? Hayır…
Her biri birkaç yabancı dil bilen emniyet mensupları, terör, istihbarat, narkotik uzmanları "darbecilerle hesaplaşma" kılıfıyla bir bir görevden el çektirildi. TSK'da 3 numara saç tıraşını tarihe gömerek , sivil elbiseyle çarşı iznini getirerek işe başlayan, "Doğu ve Güneydoğulu Er Erbaş Durum Raporu"na göre değil, ülkenin ve bölgenin gerçeklerine göre yeniden Ordu'yu dizayn etmeye çalışan "yeni askerlik vizyonuna sahip" ama aynı zamanda NATO'nun GESAP'ının dışında alternatifler üretme çabasındaki kurmaylar, komutanlar bir bir cezaevine gönderildi. Kalanlar da kışlalarına hapsedildi. "Casusluk" denildi, "darbe planı" denildi, mafya babalarıyla aynı çuvalın içine tıkılıp kaldılar yıllarca.
Hanginiz "durun" dediniz? Bir kısmınız homurdandınız, ama büyük ekseriyetiniz alkış tuttunuz ve "yetmez ama evet" diye haykırdınız. Gazetelerinizin manşetlerine, köşe yazılarınızın satırlarına, kitaplarınızın sayfalarına sürdüğünüz mermilerle "bavulcuların" peşinden gittiniz ve kansız suikastlerin birer "kiralık katili" oldunuz…
Ülke savunması için hayati önemde olan teknolojik yazılımları geliştirip çığır açan ASELSAN mühendisleri bir bir intihar ederken, sizin haberiniz oldu mu? Ülke geleceği için umutlar saçarken Isparta'ya çakılan uçaktaki nükleer fizik mühendisinin adını kaçımız hatırlıyoruz?
Siyasetçinin dürüstlüğüne, mertliğine, doğruculuğuna değil, onu o koltuğa kimin oturttuğuna ve tabelasına baktınız. Dürüst olmanın mükafatını, yamuk yapmanın cezasını sandığı beklemeden verme cesareti göstermediniz… Memleketin can alıcı konuları varken, incir çekirdeğini doldurmayan konular yüzünden Meclis'te yumruk yumruğa giren, ağız dalaşı yapan bölgeniz milletvekillerine "Durun yahu ne yapıyorsunuz siz. Böyle mi ülkeyi selamete erdireceksiniz. Siz böyle yaparsanız, biz birbirimizi yeriz" diye hesap sormak yerine, ilçenize, kasabanıza geldiğinde ayakta alkışladınız. Peşinde şakşakçılık yaptınız…
Terör, çürümüşlük burnunuzun ucuna dayandıktan sonra bırakın suçlu aramayı, kelle avcılığı yapmayı, başkalarına suç atarak sıyrılmaya çalışmayı. Herkesi eleştirme, sorgulama, yanlışlarını da dile getirme hakkımız var ama önce kendimize bakalım. Rahatımızı bozmamak için dilsiz şeytan olmayı tercih eden hepimiz suçluyuz ve hepimizin ellerine zerre kadar da olsa pislik bulaşmış durumda. Bizi yönetenler kaymaksa, bizler de sütüz hanımlar beyler. Sağlam sütten bozuk kaymak olmaz, bunu kalın harflerle kafanıza yazın önce.
"Hırsıza kilit dayanmaz" ama zaafiyet mi dediniz? Evet, zaafiyet var. Her noktada, her kademede, her sorumluluk bölgesinde, içinde insanın olduğu her yerde zaafiyet var. Niçin var biliyor musunuz?
Bu ülkede her işi başkasından bekleyen ve acıları bile kimliklerine göre tasnif etme acziyetine düşmüş, "bana dokunmayan yılan bin yaşasın" diyen "halk zaafiyeti" var da ondan…