Eski ve tozlu büfesinin içinde ve duvarlarda her zaman irili ufaklı fotoğraflar olurdu sevdiklerinden. Bazen bir düğün, sünnet davetiyesi de. Kutularca fotoğraf kaldı o dünyayı terkettikten sonra. Yıllar içinde bazılarını tandığımız bazılarını da hiç bilmediğimiz insanlarla olan fotoğraflar, kendinin olmadığı fotoğraflar. Çoğunun arkasında notu vardır. Ama en çok kırklı yılların ortalarında, Yunanistan’dan kaçırıp yurda getirdiği ve sonradan tekrar geri dönen Panayot Amca ve ailesinin çeşitli yıllara ait fotoğrafları var. Kendisi Ahmet Amcayı arada ziyaret ederdi o ölmeden önce.
Bir defasında parmağına bir kaza sonucunda müdahale edilmek zorunda kalınmıştı da “Kes yahu, nasılsa ondokuz tane daha var” demişti doktora. Bir kere de boğazında bir sorun olmuştu, hepimiz kanser sanırken saplanan bir istavrit kılçığının yarattığı sorun çıkmıştı. Gülmüş ve “Bir balıkçının boğazından kanser değil çıksa çıksa kılçık çıkar” demişti. İçki içmek gerekince keyifli içen, ölene dek sigarayı terketmeyen biriydi o. En önemli rahatsızlığı geçirdiği zatürree idi ve nüksedince kaybettik zaten onu. Ahmet Amcayı anlatmak çok zor ve çok zaman istiyor yazmak için. Sonraya bırakarak onunla ilgili bir kaç şey daha yazıp sonlandırayım bari. Ondan komşusu olduğum birkaç yıl içinde çok şey öğrendim ben. Öncelikle hayatı yavaşlatmayı ve sakin olmayı, önyargısız olmayı… Bu hiç de küçümsenecek bir şey değil. Yaşamın değerini de ondan öğrendim… İstavritlerin kekikle daha lezzetli olduğunu da mesela… Zargana’ların suyun yüzünde uyuduğunu da, geceyarısı Çubuklu’da kepçeyle avladığında. İlk su yılanını o gösterdi bana Göksu’da tekneyle gezerken, ilk su samurunu da.
Üzümden şıra ve şarap yapmayı da ondan öğrendim, bazı deniz balıklarını ve midyeyi stemizleyip pişirmeyi de. Gökse Deresi kıyısında bulunan Halat Fabrikasının yakınındaki alanda seramik yapan Hasan Ustayı ve öteki insanlarla da beni tanıştıran odur, onun sayesinde tornaya geçmiştim birkaç kez. Yamuk-yumuk yaptığım bir şamdan hala duruyor o günlerin anısına. Göksu ve Boğaz anılarımız apayrı bir hikaye zaten. Yaz mevsimi kim gelse uzaktan, mutlaka çoluk-çocuk tekneye doldurur bir boğaz gezisi yapardı. “Çakar”ları da ilk ondan duydum. Birkaç kez tehlikeler de yaşamadık değil hani ama o hep sakindi. Özellikle çocuklar korkmasın diye her durumda sakin ve eğlenceliydi Ahmet amca, çocukları çok severdi. Çocuğu olarak doğan kimse olmasa da o herkesi kendi doğurup bağrına basmıştı bir kere. Ne tuhaf bir tesadüftür ki, bir çocuk bayramında dünyayı terkedip ondan dört yıl önce giden Babik’e kavuştu. Vasiyeti denize atılmak iken dinen caiz değildir diye yapamadık, izin verilmedi ve Küçüksu’daki mezarlıkta iki ağacın arasında uyuyor şimdi. Evini de yan komşusu satın almış kızından. Teknesine bir süre balıkçılar sahip çıktı sonra ne oldu ben bilemiyorum… Bildiğim bir şey var ki; ne evini ne de teknesini merak etmiyordur. Olsa olsa çiçeğini, sebzesini, hayvanlarını gözetemediğine üzülüyordur bir yerlerden bizi görüyorsa…
Devamı haftaya…