Çoğu bilmez ya da işitmemiştir. Karatepe fıkraları bir zamanlar dillerden düşmezdi. Bir dizi çocuk kitabı hazırlamış, hatta çizgi film senaryosu yazmıştım. Ama siparişi veren yayınevi ve filmi hazırlayacak olan şirket iflas edince çöp sepetine gitmişti.
Tabi masal bu: Karatepeli kadınla kocasını bir ağacın altında ağlarken gören komşusu merakla sorar. Uzun ve ulamalı hikâyedir, ama ben kısa yoldan dolaşayım: Kadın ve kocası bir yandan ağlar dizlerini döverken, bir yandan da karşılıklı anlatmaya başlarlar:
Ya bir kızları olursa ya büyür şehzade ile evlenirse ya bir oğulları olursa ya torun bu ağacın tepesine çıkarsa, ya ayağı kayıp düşer de oracıkta ölürse, onlar ne yapacaktır, onlar ağlamasın da kim ağlasın?
Ortaokuldayım, benden bir veya iki yaş büyük bir kıza delicesine aşık oldum. Aman Allah, gecem, gündüzüm hep onun hayaliyle geçiyor. Nereye baksam onu görüyorum. Görürüm diye evlerinin önünden sürekli geçiyorum. Ama ne kızın haberi var ne kimsenin. Zaten babam, duysa, döve döve beni öldürür. İlk defa Hamiyet Yüceses’in söylediği makber gazelini işitmişim. Meraklıyım, bir yerlerde bulup hikayesini de öğrenmişim. Oh! Gazelin içine giriyorum. Aşık olduğum kız veremden ölmüş, mezarının başında bu gazeli okuyorum. Yaaa! Ben ağlamayım da kim ağlasın? Gülersiniz tabi…
Size Abdülhak Hâmid Tarhan’ı ve makberi anlatacağım. Onca girizgâh bunun için: 2 Ocak 1852’de İstanbul’da doğdu. Tarihçi ve Tahran Büyükelçisi Hayrullah Bey'in oğlu, Hekimbaşı Abdülhak Molla'nın torunuydu.
1862’de 10 yaşındayken ağabeyi ile birlikte Paris’e babasının yanına gitti. Bir süre Paris'te eğitim gördükten sonra 1864'te İstanbul'a döndü.
Yaşının küçüklüğüne rağmen Bab-ı Ali’de tercüme odasına kâtip olarak girdi. Bir yıl sonra Tahran Büyükelçiliği’ne atanan babasıyla birlikte İran’a gitti. Farsça öğrendi. Babasının 1867’de ölümü üzerine İstanbul’a döndü. Maliye Mühimme Kalemi’ne girdi. Şûra-yı Devlet ve Sadaret Kalemleri'nde çalıştı.
1871'de Fatma Hanım'la evlendi. 1876'da Paris Büyükelçiliği İkinci Katipliği'ne atandı. Sonra dışişlerinde elçiliklerde bulundu. Beyrut'ta verem olan eşi Fatma Hanım'ı kaybetti. Bu ölümün sarsıntısıyla ünlü şiiri "Makber"i yazdı.
İstanbul'un 1920'de işgal edilmesi üzerine Viyana'ya gitti. Sıkıntı içinde yaşadı. Ankara Hükümeti yurda dönmesini sağladı. Cumhuriyet'in kuruluşundan sonra kendisine maaş bağlandı.
İstanbul Maçka Palas'ta bir daire verildi. 1928’de İstanbul Milletvekili seçildi ve ölünceye kadar milletvekili olarak kaldı. 12 Nisan 1937’de İstanbul’da öldü. Mezarı Zincirlikuyu’da bulunuyor.
Şimdi gelelim Makber’e:
Sözünü ettiğim platonik olarak âşık olduğum kızı aklıma getirir, hayalen de olsa böyle bir sonuçla karşılaşsam diye çıldırır, ağlardım:
“Her yer karanlık pür nûr o mevki
Mağrip mi yoksa makber mi ya Râb
Ya habgâh-ı dilber mi ya Râb
Rüya değil bu, ayniyle vâki
Kabri çiçekten bir türbe olmuş
Dönmüş o türbe bir hacle-gâhe
Bir hacle-gâhe dönmüşse türben
Aç koynunu aç mâşukanım ben..”
Şimdi size bir itirafta bulunayım. Benim okuduğum, bir bölümünü ezberlediğim makber şiirinde bu gazelin sözleri yoktu. Önceleri “Her yer karanlık pür nûr o mevki” diye başlayan bir bölümün “Makber”in başka bir yerinde olduğunu sandım. Kitabın tamamını bulup okudum. Yine bulamadım. Makber’i Makber’de bulamıyordum. Karamsarlığa düştüm. Ne zamanki, Abdülhak Hâmid’in tiyatro eserleri arasında “Tarık Yahut Endülüs’ün Fethi”ni okuyunca, gözüm faltaşı gibi açıldı. Meğer dinlemeye doyamadığım Makber, Makber kitabında değil, buradaymış.
Oyundaki Papaz, önce Lusi’ye sonra onun annesine şehvet duygularıyla aşık oluyor, papazın isteklerine boyun eğmeyen anne kız intihar ediyorlardı. Lusi’nin dilinden söylenen bu şiir, intihar sahnesinin olduğu ilave fasılda yer alıyordu.
Sizler de gazelin adına bakıp bu dizeleri onun Makber adlı şiirinde aramayınız.