Allah bazı kullarına, farklı farklı hünerler, kabiliyetler ihsan eyler. Özellikle de bizim Türk İslâm Sanatları olarak adlandırdığımız, hat, tezhip, minyatür, ebru, kat'ı, cilt, sedef, ahşap sanatlarında, el emeği, göz nuru ve gönül veren sanatkar ustalar, hocalar, üstadlar, bu sanatlarımızı öğrenir, öğretir ve paylaşırlar. Ancak, bu öyle bir süreçtir ki; Kimi nasibdar olan sanat, kültür ve ilim alanında yol alan zevat, bunun bir ilim olduğu ve bu ilime vâkıf olabilmek içinde, bir hocanın, bir ustanın tabir yerinde ise, dizinin dibinde, uzun yıllarını verir ki, sanat ve ilim yolunda, bir adım ilerleyebilsin. Bu yolda sadece, sanat ve sanatın incelikleri değil, ustasına hocalarından intikâl eden, bir başka ilimler vardır ki, irfan, hikmet sırlarına da kapı aralanır, nasibdâr ise talebe... Erzurum'da başlayan ve İstanbul'a uzanan Hat ve Ebru aşkının ateşi ile kavrularak, sanat aleminde 41 yıldır hizmet eden, Hattat Hamit Aytaç ve Ebru Sanatkarı Mustafa Düzgünman'dan icâzetler alan, Prof. Dr. Süheyl Ünver ve Prof. Dr. Emin Barın Hocalar ile diğer hocaları gibi, mektuplaşarak başlayan münasebetleri, Fuat Başar'ı, aslında bu günlere getiren, en önemli nasiblenmeleri idi. Fuat Hoca ile, hocalarının farkını ve onlardan almış olduğu ilim, edeb ve sanatın inceliklerini, akâdemi ve kurs eğitimi ve usta çırak ilişkisi farklılıkları, ilgili olması gereken bakanlıklar ile kurs mantığı ile klâsik sanat eğitimleri hakkındaki, tespit ve düşüncelerini paylaştık...
Merak ve aşk olmadan hiçbir şey olmuyor
Aile ve çevrenizde Klâsik Türk İslâm Sanatları ile ilgilenen kimse var mı idi?
O yıllarda ailem değil, çevrem değil Erzurum'da, 'Hat' kelimesini bilen yok. 'Ebru' nedir bilen yok. Öyle bir ortamdayız. Tıbbiyede öğrenci iken, kitap okumaya meraklıydım. Kışın ders zamanları fakülteye pek uğramam, tabii ki, derslerin çoğundan devam mecburiyeti var, ikmâle kalırdım. Yazın oturur bir ay çalışır, dersleri toparlar verirdim. Demek ki, ruhumuz başka birşeyler ile meşguldü. O aralar, 'Kâlem Güzeli' isimli bir kitap yayınlanmış. Uğur (Derman) Bey hazırlamış. Ben ise bilim adamı olacağım ya, liseli yıllarda atom fizikçisi olmak isterdim. 'Bilim ve Teknik' dergisinin ilk sayısından itibaren alanlardanım. Aslında başarılı bir öğrenciydim ve üniversite sınavında da başarılı oldum. Ama 8 kardeşiz ve Erzurum'da, atom fizikçiliği yok, ailemin Erzurum dışarsında, okutacak gücü de yok. Ve sonuçta girdik tıpba. Niyete bak, gayrete bak ama bir de âkîbete bak. Hayatımızın özeti budur. O, ne demiş ise, o oluyor. 1976 senesindeki işte, o kitapta (Kalem Güzeli), Neyzen Emin Efendi'nin, bir şaheser istif üzere yazdığı, 'Şüphesiz ki, sen büyük bir ahlâk üzeresin', hâkikaten şaheser bir yazı idi. Özellikle onu hatırlıyorum, o çizgiler, o kompozisyon, beni almış, götürmüş bir yerlere. İşte o an, Cenâbı Hâk, bu âşkı gönlümüze düşürdü ve vazife başına, marş marş dedi. İşte o zaman, kendime vazife edindim ki, Cenâb ı Hak da, bir işi birine nasib edecekse, önce merak ve aşkı gönlüne düşürür. Diğer herşey, onun peşine dayanıyor. Şimdi aşk; bir fabrikanın çalışması için, ekipmanlar, personel filan değil. Oranın çalışması için gerekli olan, enerji ki, aşk öyle bir şey. Şimdi, personel olsa da çalışmıyor. Merâk ve aşk olmadan hiçbir şey olmuyor. Ve görevi üstlendik. Önce yazı. Tabi daha sonra öğrendim yazıda, bir Hamid Bey (Aytaç), Ebru'da ise, Mustafa Düzgünman'ın ismini öğrenebildim. İkisi de, İstanbul'da. Bu iki isim de, bu işin son adamları. Ve bu zaatlara yetişmem lazım diyerek, mesleği bırakmaya karar verdim ve tıp eğitimimi sonlandırdım.
İstanbul'a gitmeye karar vermek, zor bir karar değil miydi? O dönemde, nasıl bir kültür muhitinde bulundunuz?
Tabii ki zor bir karar ve İstanbul'da hiçbir tanıdığım yok, bir gelirim yok, nerde kalırım, ne yerim, ne içerim? Bu manada Hamit Bey ile hayatım paralel gidiyor. İşte geldim İstanbul'a ve hiçbir şey düşünmedim ki, rızık Allah'dan. Geldik yokluklar, sıkıntılar içinde çabaladık, çalıştık, gayret ettik. Baktık ki, bu gün 41 yıl geçse de, hâla öğreniyoruz... Ama İstanbul'a ilk geldiğim yıllarda, o devrin farklı sahalarındaki, hocaları ile görüştük, derslerine, muhabbet meclislerine iştirak ettik, istifade etmeye gayret ettik. Emeklerini, hizmetlerini unutmak mümkün değil... Allah hepsine rahmet eylesin. Üzerimizde çok büyük hakları var. Necmeddin (Okyay) Hoca 1976'da, Halim (Özyazıcı) Hoca 1964'de rahmetli oldular ve onlara ulaşamadığıma çok eseflenirim.
Hocalarla tanışma
Hat ve Ebru sanatları başta olmak üzere, hangi hocalardan istifade ettiniz?
O kitapta, ebru ile ilgili kısa bir malumat var ve arkasında çok güzel ebrular vardı. O renkler, tabiiliği... Üsküdar Özbekler Dergahı Şeyhi Hezarfen (Bin hünerli) İbrahim Edhem Efendi'nin, Hezarfen Hattat ve Ebru Sanatkarı Necmeddin Efendi'nin, (Okyay) ve Mustafa Düzgünman Hocanın, ebruları... Bu isimleri de, ilk o zaman duydum. O renkler, tabiiliği çok güzel ama bilgi çok kısa idi ve oradaki bilgiye göre, bu kadar güzelliği başarmak mümkün değil diyerek, başka bir kaynak ve kitaplar bulayım dedim. İşte 1977'de, o kitabın reklamını bir gazetede görüp istedikten sonra, kitap geldi sayfaları açtığımı hatırlıyorum ve ben bu işi mutlaka öğrenmeliyim dedim. Elbette başta rahmetli Hattat Hamit Aytaç Hocam gelir. Asıl adı Musa Azmi'dir. 1978 yılından itibaren, mektuplaşarak dersler almaya başladığım, rahmetli Hamit Bey'den, 1980 senesi, 10 Eylül'ünde, icâzet almak nâsib oldu. Bu arada Osmanlıca'yı da öğrenmiştim. Topu topu benim, Osmanlıca'yı çözmem ve öğrenmem, 3 saat sürdü. Meşhur bir söz vardır 'Canı yanmış eşek, attan hızlı koşar', hâfıza kanalları açılıyor. demek ki. Öğrendik, icâzet alışıma hatta tarih de düşürdük; 'Edebe yüz vurup, iki kat oldum, icazet aldığım, tarihi buldum.' Muâmma bir tarih bu, Hicri 1400. Başımızda, ebru sevdası da var. 1978'lerden itibaren, Mustafa Düzgünman Hocama, mektup yazacağım ama Uğur Bey bana mektubunda, Düzgünman için, 'Ne ebru göndermekle, ne mektupla uğraşır, ne mektuba cevap verir...' diyor. Müşkülatım oluyor, Düzgünman'a mektup yazıyorum, Hoca cevap yazıyor, açıklamasını yapıyor. Lâkin, görmeden olmuyor, sanat üveysilikle filan olmuyor. Bir yere kadar ama illa ki hoca olması lazım. Süheyl (Ünver) Hoca ile mektuplaşıyoruz ayrıca... Süheyl Hoca, cevap veriyor mektuplarımıza. Süheyl Hocayı da, hem neşriyattan hem de meslektaşlıktan dolayı Tıp Tarihinden dolayı da tanıyor ve takip ediyoruz. Tezhibe, minyatüre, kat'ı sanatlarına dair eserleri var, neşriyatları var. Talebimiz oluyor, adamcağız o hali ile gidip de araştıracak, piyasadan bulacak hali yok, kendi arşivlerindekileri gönderiyor. Bulunmaz hazine idi benim için. Perşembe toplantıları olurdu, Prof. Dr. Emin Barın Hocanın Klodferer Caddesindeki mekânında. Kaligrafiye çok hizmetleri oldu. Çok iyi bir ciltçi idi. Her bir hoca büyük fedakarlıklar ile ilimlerini, sanatlarını, bilgilerini, tecrübelerini, bizler ile cömertçe paylaştılar. Allah rahmet eylesin... Emekleri, zahmetleri, hizmetleri unutulmaz....
IRCICA yarışması milâd oldu
İlim, sanat ve kültür muhitindesiniz, ancak sanatlarımızın, geniş kitlelere ulaştırılması için o yıllarda neler yapıldı?
İştirak ettikleri toplantı ve muhabbet meclisleri ve müdavimleri olan hocalar, talebeler, sanatkarlar da var ama yine de, 1986 yılına gelinceye kadar, durum hala belirsizdi. Bu iş kalır mı yaşar mı, kaybolur mu? Harf İnkılabı Kanunu yürürlükte ve 12 Eylül İhtilali yönetimde, biz de eski harfler ile yazıyoruz ya, kaçak yazıyoruz. Görüldük mü, hasbel kader, Harf İnkılabı Kanununa muhalefet ediyorlar diye, bir dava açılsa, biz onun sanat olduğunu, ispat edene kadar, tilkinin dediği gibi, post elden gider. Neyse 1985'lere kadar böylece geldik. İstanbul'da, yazıp çizenler ara ara toplanıyoruz, IRCICA'da cumartesi günleri toplanıyoruz. En kalabalık olduğumuz, toplam 14 kişi idi. Bu kişilerin de çoğu bugün rahmetli olmuşlar. Bir yandan bu ocak devam ediyordu, bir taraftan IRCICA bu işi ele aldı. O günün siyasi şartları, kimsenin sanata sahip çıktığı yok. O sırada, Prof. Dr. Ekmeliddin İhsanoğlu'nun başkanı olduğu, IRCICA sahip çıktı ve ilk uluslararası Hat Yarışmasını başlattılar. Allah tuttuğunu kolay getirsin. Hatta çok büyük hizmetleri, emekleri geçti. IRCICA'nın, o hizmetleri halen de devam ediyor. Erzurum'da iken 1986'da yokluklar altında, dersler verdiğimiz talebeler, birinci oldular, dereceleri paylaştırdılar, uluslararası sahada bu iş canlandı.
FUAT BAŞAR KİMDİR?
7 Mart 1953 senesinde Erzurum'da doğdu. Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi'ni okudu. 1977 yılında ebru sanatına olan ilgi ve merakıyla Mustafa Düzgünman'a mektup yazarak ebru çalışmalarına başladı. Aynı dönemde Hamit Aytaç ile de mektuplaşarak hocadan Hat dersi almaya başladı. 1980 senesinde sanat aşkını tıp öğrenimine tercih etti ve hocalarından feyz alabilmek için İstanbul'a geldi.
1980 senesinin 10 Eylül'ünde Hamit Aytaç Hoca'dan hat icazeti aldı. İcazet almasına rağmen vefatına kadar hocasının dizinin dibinden ayrılmadı. 1989 yılının 10 Eylü'ünde ise büyük ebru ustası Mustafa Düzgünman'dan, biri Osmanlı Türkçesi olmak üzere üç ebru icazeti aldı. Hocalarının vefatı ile kendi atölyesini kuran Fuat Başar, bu tarihten itibaren profesyonel ebrucu ve hattat olarak hayatını sürdürmektedir. Günümüzde Türkiye'nin her bir köşesinde icazetli talebeleri ebru ve hat sanatını öğretmektedir.
Dünya çapında birçok hattat ve ebru ustası yetiştiren sanatçı, 350'nin üzerinde kişisel ve karma sergiye iştirak etti. Uluslar arası birçok sanat faaliyetine katıldı. Amerika, Almanya, Japonya, Malezya ve diğer birçok ülkede ebru sanatı tanıtımında bulundu. Yıldız Teknik Üniversitesinde ebru fizikokimyası konusunda çalışmalarda bulundu. Ebru konusunda yayınlanmış kitabı ve birçok makalesi vardır. Çok sayıda radyo ve televizyon programına katılan, yerli ve yabancı belgeselleri, röportajları, çeşitli dergi ve gazetelerde yazıları olan Fuat Başar, birçok kitabın hazırlanmasına da katkıda bulunmuştur.
Eserleri dünyanın birçok müzesinde, yurt içi ve dışındaki koleksiyonerlerde bulunmaktadır. Japon İmparatoru, Malezya başkanı, Suudi Arabistan Kralı Faysal başta olmak üzere, birçok devlet başkanı ve bakanın da tuğralarını çekmiştir.
Yarın: Bakanlık eli ile sanatlarımıza karşı, adeta cinayet işlendi