Ziya Osman Saba’nın “Hayat Cümbüşü” adlı şiiri ne güzeldir:

Yollar geçilmiyor çocuk arabasından,

Gezinenlerle dolu deniz kıyısı,

Sevdalılar tutuşmuşlar el ele,

Bir delikanlı, kolunda nişanlısı.

Aşk fısıltısı, yaprak hışırtısı..

Çayırların yeşili, denizin mavisi,

Genç kız kahkahası, çocuk gülüşü.

Bir annenin yavrusunu öpüşü.

Şu bayram şuracıkta, şu hayat cümbüşü;

Ne varsa göreceğimiz, baharı güzü,

Her saadet senin altında gökyüzü!..

Yazıya bu şiirle başladım çünkü bayramlara ve şenliklere yaraşır bir şiir olduğunu düşünüyorum. 2 gün önce Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’mızı kutladık. Bir zamanlar, bu bayramların “bugün 23 Nisan, neşe doluyor insan” diyerek şarkılar söyleyen, mutlu, kaygısız çocuklarıydık ve bu günlerin endişeli, kuşkulu yetişkinlerine dönüşeceğimizden habersizdik. Bugünün çocuklarına daha güzel bir dünya veremediğimiz için mutsuz ve mahcubuz. Çocukların katledildiği, yakıldığı bir dünyanın orta yerinde, ülkenin bin bir meselesiyle nefes almaya çalışırken bayramımızı kutladık. Endişelerimizi, sıkıntılarımızı, bayram sevinci yaşayan çocuklarımıza belli etmemek üzere, yüzümüze yerleştirdiğimiz gülümseyen maskelerimizle birlikte, çocuklarımızın ellerinden tutup bayram yerlerine gittik. Kutlu olsun.

Küçük çocukları olan bir kadın yazar, 23 Nisan’da çocukların şenliğine izleyici olarak katılır ve duygularını sosyal medyada şu sözlerle ifade etmiş; “İstiklal Marşı okunurken hâlâ boğazım düğümlenir. İçimde hep bir ‘biz neler çektik ’ duygusu. Benim dostu düşmanı belirsiz, yalnız ve güzel ülkem, ilelebet payidar ol! Beyaz külotlu çoraplı, saçları taralı, minik bayraklar sallayan Cumhuriyet çocukları olduk hepimiz. Ve o çocuk gitmeyecek yüreğimizden, ne mutlu..”

Yine, bu hafta sosyal medyada sıklıkla karşılaştığım bir cümle oldu; “Bu dünyayı yakamayız, içinde çocuklar var!..” İyilerin ağzından yazıya dökülen, dilek, dua, yakarış içeren bir cümle bu. Bu sözleri, söylemeye, yazmaya, çoğaltmaya devam etmek durumundayız. Çocukların olmadığı, yandığı bir dünyada hayat zaten, herkes için bitmiş demektir.

"Bir gece kütüphanemde bir güvenin pervaneye şöyle dediğini duydum: ‘İbn Sina'nın kitaplarının içine yerleştim. Farabi'nin birçok eserlerini gördüm. Bu hayatın felsefesini bir türlü anlayamadım. Bir güneşim yok ki, günlerimi aydınlatsın. Çok bedbahtım.’ Yarı yanmış pervanenin şu güzel ve ince cevabını hiçbir kitapta bulamazsın: Dedi ki, ‘Çırpınıştır hayatı daha canlı yapan, çırpınıştır hayatı kanatlandıran.'” (Muhammed İkbal)

Hayatı canlı yapan çocuklardır. Dünyada hiçbir çocuğun olmadığını ve doğmayacağını düşünün bir kez. Her şey anlamını yitirir. Ne bir heves ne bir umut kalır geriye. Haydi! telaş içinde, yaşama sevinciyle yaşamaya devam etsek ya. Yapamayız, kapkara duygularla malum sonu beklemeye başlar dünyanın yetişkinleri, artık katlanılamaz olmuş zamanın içinde.

O halde bizi yaşatan, hayatı canlı kılan çocuklardır. Biz öleceğimizi bilsek dahi, doğmuş ve doğacak çocukların olduğunu bilmek, hayatı sonsuz kılar, bize hiç ölmeyecekmişiz hissini yaşatan budur. Çocuğun bizden doğmuş ya da doğmamış olmasının bir önemi yoktur. Çocukların var olması ve var olacağının bilinmesidir esas olan. Çocuklar hayatın çırpınışıdır. Çocuklar kanatlandırır, umutlandırır hayatı. Onlar hayatın ta kendisidir. Doğaya bahar yılda bir kez gelir, iple çekeriz. Neden bahar, insanı kendine bu denli çeker. Bahar hayattır, hatırlatır, hayatı gözümüze sokar, bizi canlandırır, mutlandırır. Yılda bir kez olur, sabırla bekleriz. Oysa çocuklardır hayatın asıl baharı. Onların; doğanın iple çektiğimiz, yılda bir kez gelen baharından farkı; hep olmalarıdır, her zaman olacak olmalarıdır. Çocuklar dünyanın ve insanlığın her an, her mevsim sahip olduğu çiçekli baharlardır. Yaşayabiliyorsak bu hayatı, çocukların kanatlarına tutunduğumuz içindir. Dünya katlanılabilir bir yer oluyorsa, çocuklar sayesindedir. Biz hayatı bizden öncekilere değil, bizden sonrakilere borçluyuz. Hayat geçmişten değil, gelecekten gelir.

Gökyüzünün altında bir parça saadet yaşayabiliyorsa insan, iki gözümüzün çiçeği çocuklar sayesindedir…