Eşref-ül mahlukat, yaratılanların en onurlusu anlamındadır. Ehl-i kâmil olarak da niteleyebilirsiniz ki, bu insandır. Tanıdığım, insan gibi insanlardan biri şairlik adı Sâmanoğlu olan Gültekin Samancı’ydı. 22 yıl önce ebediyete ulaştı.

Gültekin Sâmanoğlu’nun hem insani, hem sanat çevresinde bulunmuş ve yararlanmış biri olarak sanatını şöyle özetlemiştim:

“Kökü mazide olan ati olmak  mısraının aydınlık düşüncesi, tarih şuuru içinde gelişen, büyüyen kültür duyarlığı, geleneğe bağlı örnek bir hayat düzeni ve sanata yıkıcı olarak değil yapıcı olarak duyulan saygı... Büyük sanat denizine bir katre olarak katılabilme arzusu… Sevgiyi, aşkı günlük maddi hayatın bir gereği olarak görme kaygısı yerine, onu manevi bir sezişle kutsal bir güzellik olarak duyabilme, görebilme ve doyumsuz ve sınırsız ve süresiz yaşayabilme duygusu... “

Gültekin Sâmanoğlu Türk şiirine yakışan yeniliği, gereken güzelliği gergef gibi belirli ve uysal bir biçimde en usta ölçülerle yerleştirmiş. Şiir daha birinci mısraında tiz bir perdeyi simgeleyen çağrışım gibi değer ölçüsünün bembeyaz yelkeninde kişiliğini bulmaktaydı.

Edebiyat Tarihçisi Ahmet Kabaklı Türk Edebiyatı adlı eserinde şair Gültekin Sâmanoğlu için şöyle yazmıştı:

"Şiirlerinde heceyi yeni bir ahenk ve adeta aruz vezni dolgunluğu ile kullanan Sâmanoğlu’nun, yenileştirdiği heceli şiirlerde yaptığı başarılı değişmeler vardır. Bilinen hece sayılarının dışına çıkmak, durak yerlerini belirsizleştirmek, mısraları keselendirişte ve kafiye dizilişlerinde yenilikler... Şair bu sayede özün daha kuvvetle belirdiğini ve mana bütünlüğünün sağlandığını söylemektedir.

Dünü bomboş ve üzüntüyle geçenler

Unutur her şeyi özlemle severken

Gece, mor gökyüzü; takvimdeki günler

Geçedursun benim aşkım pupa yelken

Yola çıkmış ve dönülmez seferinde.

Uzanır sâhile hasret gibi izler,

Dağınık hâtıralar ufku çevirmiş

Unutulsun sarı mendil ve çeyizler,

Ne çıkar, sevgiye hasret şu şehirmiş:

Evimiz, işte bulutlar üzerinde!

Gecenin göğsünü deldikçe köpükler,

Deli kalbim buna bir yankıdır ancak,

Üzülen sevgili bilmem kimi bekler,

O duraklar bize bir eski oyuncak

Gibidir hep suların türkülerinde. (Ahmet Özdemir, Gültekin Sâmanoğlu, Pupa Yelken, s 252)

Gültekin Sâmanoğlu, Vezin olarak milli veznimiz hece veznini kullandı. Fakat klasik anlayıştaki hece sayısına ve duraklara bağlı kalmadı. Muhakkak yedi heceli, sekiz heceli, on bir heceli on dört heceli olmalı diye kendisini zorlamadı. Şiirleri içinde on, on iki heceli olanlar vardı. Ama o şiirin tamamı aynı hece kalıbıyla yazılmıştı. Kafiye vazgeçilmeziydi. Ancak, bir-üç, iki-dört mısraları kafiyeleyecek, diye zorlanmadı. Onun kafiyeleri şiirine ses zenginliği ve musikisi verdiği gibi değişik çağrışımlar da getiriyordu.

Yukarıya aldığımız şiiri incelediğimizde, 12 heceyle yazıldığını görüyoruz. Beşer mısralık üç kıtadan oluşmuştu. Her kıtanın birinci mısraı üçüncü mısra ile, ikinci mısraı dördüncü mısra ile, beşinci mısraları da kendi aralarında kafiyelenmişti.

Şekille ilgili olarak “Ağaçlar Ayakta Ölür” şiirini de örnek gösterebiliriz. Bu şiirde ilk kıta yedi mısradan, ikinci ve üçüncü kıtalar beşer mısradan son kıta ise üç mısradan oluşmuştu. Son kıtayı hiçbir doldurma mısraya gerek duymadan: “Teslim bayrağını çekmeden burçlara, / Söylenecek son söze en güzel örnek: / Ağaçlara benzeyip, ayakta ölmek…” şeklinde bitirmişti.

Romantik-gerçekçi bir hava içinde daha çok aşk, aile, memleket şiirleri söyleyen Gültekin Sâmanoğlu, nesneleri yeni bakışla süzerken, sosyal üzüntülerimizi de bağırmayan hava ile verebilmekteydi.

İlk bakışta göze çarpmayan, titiz bir sabrın verimi olan yeni, hece deneyişleri ile Sâmanoğlu, hemen terkedildiği ve atıldığı zannedilen bu gelenekli şiir öyküsünün daha birçok imkânları bulunduğunu sezmiş ve sezdirmiş olmaktaydı.  (Ahmet Kabaklı, “Gültekin Sâmanoğlu”, Türk Edebiyatı, C. 4, sf. 310-318.)