Dünkü yazımda Neşet Ertaş'ın doğumundan sanatın merdivenlerini ağır ağır çıkmakta olduğunu özetlemiştim.

ilk plağını yapmasında Kadri Şençalar'ın katkısı olmuştu. Şençalar onunla ilgilenmiş, plak okutmuş Beyoğlu saza götürerek ona program almış ve onun sayesinde sahne hayatı başlamıştı.

Neşet Ertaş sözleri kendisine ait olan türkülerde “Garip” mahlasını kullandı.

Bir röportajda şöyle diyor: “Bu bizim yaşamımızdaki o baskılardan, şuuraltından doğan aşağılanmışlığın ve ezikliğin içinde oluşumuzdan doğuyor. Bunu babama sordum, o da, 'Ah oğlum, söylenecek söz çok, ama sarf edecek yer yok' dedi. Hiç unutmam bu sözünü babamın. Daha sonra babama, 'Bir şeyler söylemek istiyorum. Ne diyeyim sonunda?' dedim. Anladı rahmetlik. 'Bize 'Garipler' derler oğlum' dedi. Onun için türkülerimin sonunda bir 'garip' sözcüğü yer alır.”

“Garibin dünyada yüzü gülemez

Her zaman işleri zordur garibin

Hep sever de sevdiğini alamaz

Bülbül gibi işi zardır garibin   …….”

TRT’ye karşı buruktu. Burukluğunu şöyle anlattı:

 " Muzaffer Sarısözen 14 yaşımda iken beni mektupla çağırır, misafir olarak çaldırır, okuturdu. Daha sonra imtihanla mahalli sanatçı olarak radyoya girdim. 23 sene her ay 2 program yapardım,” diyor. Muzaffer Sarısözen’den sonrası için “Halk müziği yöneticilerinden çok bencil insanlar vardı. Beni çıkardılar, istediğim gibi çaldırıp söyletmediler.  Bende terk ettim," diyordu.

1976 yılında geçirdi ani bir rahatsızlığın tedavisi için Almanya'ya gitti. İyileştikten sonra sanatçı olarak oturma izni alıp orada kaldı.

 Çocuklarını yanına aldırdı ve okula yazdırdı. Kendisi okuyamamıştı ama çocukları okuyacaktı.

 “Çocuklarımı okutmak için her hafta düğün ve konserlere gidiyordum. Sorumluluğum çok fazlaydı. Gelmek için hiç fırsatım olmadı ki...” diyor.

Alaman gurbetinde", ülkesine insanlarına duyduğu aşkla özlemle çalıp söyledi. Yurdunda insan ayrımı yapılmasın ve diğer milletlerin düzeyine erişsin, arzu ediyordu:

Ayrımcılık yapanlara “ Benim Yurdum”u okuyordu:

“…….Bir Garib'im, budur derdim

     Tüm dünyayı ben de gördüm

     İsterim ki benim yurdum

    Dünyadan geri kalmasın …”

2000 yılına kadar Almanya’da gurbet hayatı yaşayan bu ‘garip göçebe’, ürettiği veya naklettiği türkülerin sayısı konusunda bilgi vermekten hep kaçındı. “Halk kaçını beğendiyse bir o kadar söyledik,” diyor.

Eserlerinin telifini almak şöyle dursun, “ Televizyonlarda görüyorum, bizim bozlaklarımızı, türkülerimizi çalıp söyleyenler, adımızı anmamak için ellerinden ne geliyorsa onu yapıyorlar,” diye şikâyet ediyor.  Ve ekliyor:  “Âşıklığın yasası âşıktır. Aşkı tanıyan Hakk’ı tanır. Hakk’ı tanıyan haksızlık yapmaz ki! Onlar Hakk’ı tanımıyorlar ki, haksızlık yapıyorlar…”

Deyişlerini hep halkın anlayacağı dille söyledi, Kapalılıktan ve kendini farklı göstermekten kaçındı.  Bir konuşmasında şöyle  diyordu:

“Bu gibi abartmalar bu gibi kabartmalar, halkın bilinçsizliğinden faydalanarak kendirini haşa, haşa bir başka göstererek yükselmişler de yükselmişler ozanlarımız. Ve ozanların deyişleriyle posta oturan dedelerimiz oturmuş oraya gelene dizini öptürmüş, gidene dizini öptürmüş. Evet, yol olabilir. Ama Hak herkesin kendindedir. Kendine niyaz et, diyen dedelerimiz de olabilir.”

Neşet Ertaş sözünün burasında bir türküsüne başlamıştı:

“Nerde ne arıyon divane gönüm

 Dinle bir kendini anlamak için

 Sen bir ruhsun kalbin ruhuna bağlı

 İrade elinde yönlemek için …..

Neşet Ertaş’ın manevi hayatında da babasının yeri büyük.

“Ben babamdan etkilendim,” diyor. Ekliyor: “Babamın duyguları bana yetti. Ben bugün bile yüzde 90’ın üzerinde babamın duygularıyla çalıp söylüyorum. Sözleri ben yazıyorum ama hava olarak onun duygularıyla çalıp söylüyorum, bu bana yetiyor,” demişti.

Yarınki yazımda, bütün sevgililerin Leyla, bütün kavuşamayanların adının Zahide olduğunu anlatacağım. Neşet Ertaş Çingene miydi, sorusunu yanıtlayacağım.