Yıllar önce Tevfik Fikret’e ilişkin yazdığım bir küçük kitabı karıştırırken, kafamdaki gelişi güzel soruların karşılıklarını buldum:
Tevfik Fikret’e gazeteci demesek de ömrünün önemli yıllarında dergicilikle ilgilendiğini söyleyebiliriz.
Tevfik Fikret toplum sorunlarının hem içinde hem dışındadır. Yaşadığı dönemin siyasi, toplum düzeni ve yönetim şartlarını göz önünde bulundurmak gerekir. Tevfik Fikret ve arkadaşlarının sanıldığı gibi toplumun içinde oldukları söylenemez. Maddi aşiyanları, kendi yarattıkları melankolinin ağır bastığı manevi dünyalarında ve sonbahara demir atmış durumdadır. Buna rağmen Tevfik Fikret bozuk düzeni taşlayan şiirleri İttihat ve Terakki dönemine aitti. Ona göre İttihat ve Terakki yönetimi Abdülhamit’e rahmet okutuyordu. Revzen-i Mahlû’, Doksanbeşe Doğru ve Han-ı Yağma gibi şiirleri bu dönemin ürünleriydi:
“Bu sofracık, efendiler - ki iltikaama muntazır
Huzurunuzda titriyor - bu milletin hayatıdır;
Bu milletin ki mustarip, bu milletin ki muhtazır!
Fakat sakın çekinmeyin, yiyin, yutun hapır hapır...
Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
…..”
Tevfik Fikret’in Galatasaray lisesinden ayrılmak zorunda bırakılması hayatında dönüm noktası olmuştur diyebiliriz. Onun anlatımıyla “oğul anasından ayrı” bırakılmıştı. Robet Kolejde çalışmak zorundaydı. Burada çalışması nedeniyle dindar çevrelerin hücumuyla karşı karşıya kalmıştı. Mehmet Aktif’le polemikleri bu dönemde olmuştu. Bu kalem kavgaları sanırım dergilerin işine yarıyor ve kışkırtıyorlardı. Bu polemiklerden Mehmet Akif de pişmanlık ve üzüntü duymuştu. Aslında ikisi de aydın insanlardı.
Tanin gazetesinin Servet-i Fünun içinden doğduğunu söyleyebiliriz. Gazete çıkarma fikrini 1908’de Hüseyin Kazım Kadri önermiş, adını Tevfik Fikret koymuş. Hüseyin Cahit Bey’in yönettiği gazete, İttihat ve Terakki Partisi’nin yayın organı durumuna düşünce Tevfik Fikret ve Kazım Kadri’nin yolları ayrılmış. Aslında Tevfik Fikret’in hayatı başlı başına bir dramdır. Sonbahar rüzgârının önünde belki hiç istemediği mecralara sürüklenmiş bir yaprak gibidir. Gönlü sonbahara vakfedilmiştir. Şairin ruhundaki ıstırap onu hiçbir zaman terk etmez:
"Bahâr olsun, bahâr olsun da gönlüm
Biraz def'-i melâl etsin, diyordum;
Cihan tağyîr-i hâl etsin, diyordum...
Bahâr oldu bütün feyziyle, gördüm:
Cihan pür-hande, cennetten nişandır,
Benim gönlüm fakat vakf-ı hazandır
……”
Tevfik Fikret’in sanat hayatına “Sitayiş-i Hazret-i Padişahi” yarışmasında Sultan Abdülhamit’i öven şiirle girdiğini ve yine Mirsat dergisinin Tevhit yarışmasında kazandığını ve şiirini “Senin lütfundur ümmidim, senin meczubunum.. Allah” dizesiyle bittiğini dindar bir dedenin torunu olduğunu belirtmek gerekir. Her devirde reyting insanları ne yazık ki istemedikleri kutuplara zincirlemiştir. Gerici yobaz yaftası giydirilen Akif ilerici bir aydındı. Yazılarımda belirttiğim gibi, “ Fikret’i paranoyak, şizofren bir ruh hastası, dinsiz, imansız, kişiliksiz gösterebilmek için yırtınmak, onun karşısına Akif’i çıkarmak, sonunda pişmanlık duyulmuş bir tartışmanın arkasına sığınmak kime yarar sağlayacaktır? Aynı soruyu Necip Fazıl ve Nazım Hikmet için de sorabiliriz? Tevfik Fikret’in oğlunu papazlığa iten nedenleri çok iyi tahlil etmek gerekir.
Zaman ve zemin insanın değer anlayışlarını ve yargılarını ister istemez değiştirir. Tevfik Fikret elli yaşını göremedi. Yine Muallim Naci, İbrahim Şinasi, Namık Kemal, Nabizâde Nazım, Ali Suavî, Ömer Seyfeddin, Cahit Sıtkı Tarancı, Kemalettin Kamu, Ömer Bedreddin Uşaklı, Ziya Osman Saba, Orhan Veli Kanık, Sait Faik Abasıyanık, gibi pek çok şair kırklı yıllarda göçüp gittiler. Altmış, yetmiş yaşlarına kadar yaşamış olsalardı, dünya görüşleri ne olurdu? Onun için bugün ne o dergi ne Tevfik Fikret olurdu.