Dün gecenin bir yerinde, ya da kendinizle hemhal olduğunuz bir halde, apansız unutulmuşlar evreninden aklınıza düşen anılara ilişkin bir giriş yapmıştım. Demirel cephesinden bir iki enstantane bırakmıştım.

Bugün Ecevit cephesinden bölük pörçük oluşlar sunacağımı yazmıştım:

Ağabeyler, arkadaşlar kimi zaman bir sendikacı, kimi zaman aile yakını birinin aracılığı ile ulaştıracakları mektupların Ecevitçeye çevrilme işi bazen bana düşüyordu. Ben bu şekilde, olasılık, olanak, aymaz gibi bir yüzlerce kelimeyi öğrenmiştim.

Ulaştırılan mektuplardaki bazı kavramların, Ecevit’in dışarı gönderdiği kimi mesajlarda yer alması bizi sevindiriyor, hazırlanan mektupların yerine ulaştığını anlıyorduk.  Kesin, diyemem. Belki de bu bizim hüsnü kuruntumuzdu.

Geçenlerde, dosyaların arasında, Ecevit’e gönderilen mektuplardan bir tomarı elime geçti. Bir kitap yap, diye şeytan dürttü. Ama bunları asıl kaleme alanlardan aramızdan ayrılanlar oldu. Birinin yaşadığını sanıyorum. Ben belki üç beş kelimeyi değiştirendim. Bu hakkı kendimde göremedim. Bazılarını yok ettim. İki üçünü hatıra olarak kalsın istedim.

Açık konuşmanın yasak olduğu zamanlarda konuşma ve yazımların içine şamandıralar yerleştirilirdi. Dört gözle Ecevit’in Arayış Dergisinde yazacağı yazı beklenirdi. Herkes bir cümlesini ve kullandığı yeni bir kavramdan, yazdığı bir şiirin bir dizesinden kahve falı gibi yorumlar çıkarmaya çalışırdı. Bunu çözmek için içki masasında saatlerce tartışırdık. Ondan bir aydınlık, ışık, mesaj bekleyenlere zaman zaman Ecevit kızar, “ ben şunu söyledim, bu ışık değil miydi, şunu yaptım, bu masaj değil miydi…vb. “

Bu kadar laf kalabalığı etmemin nedeni şamandıra kelimesi ile ilgiliydi. Şamandıra denizde bir konumu, yeri belirtmeye, bir tehlikeyi işaret etmeye ya da geçiş yolunu göstermeye yarayan yüzer cisimlere denilir.

Yukarıda sözünü ettiğim ileri görüşlü, geniş ve isabetli analız yeteneği olan ağabeyim, bol bol siyaset bilimi konuştuğumuz bir gece beni Kadıköy iskelesine götürürken, bir yerde arabayı durdurdu. Otomobilde üç kişi daha vardı.

Bana “MİTÇİ misin?” diye sordu. Ben de onların MİTÇİ olduklarından kuşkulanıyordum. Güldüm:

“Değilim,” dedim. Sonra ekledim:

“MİT’çi olsam, size MİT’çiyim der miyim? Kaldı ki, MİT’çilerin onurlu bir görev yaptıklarına her zaman inandım.”

Aman efendim, kendimi nimetten sandığımı sanmayınız. Ne haddime. Yazdığım birçok yazıya şamandıralar bırakmayı huy edinmişim.

Örneğin bir yazıma Tahir Kutsi’den “Hüznümü yaşıyorum dokunmayın şimdi,” demişsem; ya da   Gültekin Samanoğlu’ndan  “Artık kolay olmuyor akşam olsun demesi” başlığını koymuşsam, acaba şamandıra mı bıraktım? Ruh halimin şamandıraları da diyebilirsiniz.

Yaş seksenli yılların son diliminin kapısını çalarken, ister istemez ufkunuzu duygusal bir sis sarıveriyor.

Dünkü yazımda Selahattin Pınar’ın bir bestesini hatırlamıştım. “Beni ide alın ne olur koynunuza hatıralar,” demiştim. Bugün de sevdiğim bir şiir ve şarkıyı eklemek istiyorum. Şiir Cahit Sıtkı Tarancı’nın. Besteleyen ise birden çok.  Necdet Varol Hüzzam makamında, Suphi İdrisoğlu ise Acemkürdî makamında bestelemişler. Şiirden esinlenen diğer bir şarkı ise "Bu Tatsız Akşam Saatinde Görünmez Kanatlarınızla Cama Vurmayın, Hatıralar" başlığı ile Alâeddin Yavaşça tarafından Segâh makamında bestelenmişti:

Bilmem ki hâtıralar,

Ne istersiniz benden,

Gelir gelmez sonbahar?

 

Bu kanat çırpış neden?

Cama vuracak ne var

Ey eski hâtıralar

 

Sanmayın güller açar,

Bülbül değildir öten;

Bu rüzgâr başka rüzgâr.

 

Ne istersiniz benden,

Bilmem ki hâtıralar,

Gelir gelmez sonbahar?