Bu yıl özellikle Anadolu’da kış kışlığını yaşadı. Ama baharı maddi ve manevi ortamda yaşayabilecek miyiz? Bir bahar melteminin yüzümüze esişini. Nedim’in şiiri, Arif Sami Toker’in namelerine bulabilecek miyiz?

“Erişti nevbahar eyyamı açıldı gül-ü gülşen

Çerağan vakti geldi lale-zarın didesi ruşen

Çemenler döndü ruy-i yare rengi lale vü gülden

Çerağan vakti geldi lale-zarın didesi ruşen

 

Açıldı dilberin ruhsarı gibi laleler güller

Yakıştı zülf-ü huban veş zemine saçlı sümbüller

Neva-saz olmada bin şevk ile aşüfte bülbüller

Çerağan vakti geldi lalezarın didesi ruşen

 

Gelir deyü cihanın şehriyarı bezm-i gül-zare

Temaşa etmek için yasemenler çıktı divare

Tebessümle dedi gül-gonce guş-i bülbül-i zare

Çerağan vakti geldi lale-zarın didesi ruşen

…….”

 Nisan yağmurlarıyla doğa, silkindi, arındı, durundu.  Necdet Evliyagil’in dediği gibi; “Nisan’da gülümsüyor,/ Çiçek açan dal / Aydınlığına kavuşan gökyüzü,/ Çatlayan toprak- tohum, / Yeşillenen yaprak, / Yaşantının mutluluğunu söylüyor.  ...” Yarın ve Çarşamba günü yazacağım yazılarda Nisan yağmurlarından ve nobtaljisinde söz edeceğim.

Çağlar ötesinden beri ova ile yayla arasında ömür geçirmiş olan Türk Ulusu, kışın hareketsizliğinden sessizliğinden kurutulup dağlara, yükseklere  çıkış zamanını bir bayram sevinci ile kutlamış. Türk’ün tarihi yolculuğuna baktığınızda baharların en güzel yaşandığı yerlere doğru ısrarlı bir akına tanık oluruz. Baharların yaşanmadığı  Sibirya ovalarına, ya da baharların içinde kaybolduğu tropikal bölgelere göç yapılmadığını görüyoruz. Kuzeyin çiçekleri hep beyaz, güneyin ise hep kırmızı olmuş. Ama Azerbaycan’ın Anadolu’nun Balkanların ise, bindallılarda, halılarda, çinilerdeki gibi rengarenk.

Türklerin İslâmiyet’ten önce uyguladıkları yaz bahar ayinleri, İslam sonrası Kur’an’da yer alan Hızır’la kolayca birleşmiş. Hızır’ın kardeşi İlyas ile yılda bir kez buluştukları inancına ilişkin Hıdırellez gelenek ve görenekleri yüzyıllar ötesinden günümüze dek yaşamakta.

Beş mayısı, altı mayısa bağlayan akşamın ilk ışıklarıyla başlayan Hıdırellez sevinç ve heyecanını, dileklerini, umutlarını, dualarını, fesleğenlerle, karanfillerle dolu evlerimizin kapısının taze bahar çiçekleri ile süslenmesini, manilerini, türkülerini, yeşillik ağaçlık alanları, kuzu çevirmelerini, sır küplerini anlatarak tekrarar düşmeden, şiirin kanatlarında, Nedim’in lâle ve gül bahçelerinden bir yüzyıl daha geriye, bu kez Toroslara ulaşıp, Karacaoğlan’a kulak verelim:

“Bülbül ne yatarsın bahar erişti

Ulu sular göl olduğu zamandır

Kat kat oldu gül yaprağa karıştı

Gene bülbül kul olduğu zamandır

 

Gene bahar oldu açıldı güller

Figana başladı gene bülbüller

Başka bir hal olup açtı sümbüller

Aşıkların del'olduğu zamandır

 

….

Gene geldi türlü baharlar bağlar

Bülbül figan edip kamuyu dağlar

Türlü çiçeklerle bezenmiş dağlar

Ulu dağlar yol olduğu zamandır

……”

  Kuşkusuz yaşamanın en anlamlı, en tatlı, en coşkulu dönemidir bahar. Bahar denilince  aklımıza tomurcuklar, çiçekler, ağaçlar, gençlik ve neş’e gelmekte. Yapraklarının dahi açılmasını beklemeden, baharın gelişini müjdeleyen bir ağaç vardır, bileceksiniz. Esin kaynağı olmuştur:

“Ulaşırdım dudaklarına ben,

Elindeki şu erguvanın dalı olsaydım eğer,

Nice isterik ‘oh!’larla derinden

Burcu burcu içine dolacak.

Ve dudaklarından başka renk tanımazdım

Tanımazdım senden başka bahar,

İçinde açacak...

 

Yıldönümünde bu sihirli nisanın,

Elverir ki geçeceksin sen.

Erguvanî şafağında

O parkın ya da bahçenin...

Ve ben;

Yaşıyorken doruğunu pür heyecanın

Bekleyebilir miydim,

Bekleyebilir miydim yapraklarımın açılışını?

‘Günaydın meleğim,

Dudaklarının rengiyle ben geldim...’”