Mevsimlerin insan üzerinde etkisi tartışılmaz. Doğum, çocukluk, gençlik, orta yaş ve ihtiyarlık sanki mevsimlerin sıralanışı gibi. Toprağa ilk düşen tohumun yeşerip filizlenmesi, meyve vermesi, olgunlaşması, sararıp solması, insanoğlunun doğumundan ölümüne kadar geçirdiği serüvene ne kadar benziyor.

Mevsimler içinde baharın, doğmak, umutlarla dolmak gibi bir özelliği var. En güzel resimlerin, en güzel şiirlerin, en güzel melodilerin bahardan ilham almasından, ya da bahara armağan edilmesinden doğal ne olabilir ki?

Haydi nostaljiye ve “Nisan Yağmuru” şarkısını mırıldanmaya:

Nisan yağmuru kadar

Kısa süren hayatımız

Durmaz hiç, saadet arar

Bir sevgiye canım kadar.

Sevgi denen şey yalanmış

Daldan dala konan için

Her çiçeğin balı  varmış

Aşk sarhoşu olmak için..”

Evet, nisan yağmurları başladı. Kiminin gönül bahçesinin ortasına bir tatlı hüzün oturtmaz ki nisan yağmurlarında? Kimin damarlarına ilk deli kanın yürüyüşü nisan yağmurlarının altında olmamıştır ki? Gözlerin gözlerde kayboluşu, ellerin ellere kenetlenişi, kalp seslerinin birbirinde yankılanması. Turhan Oğuzbaş’ın Nisan Yağmuru adlı bir şiiri vardı. Bir bölümü şöyleydi:

“Nasıl tutuldum sana bilemezsin

Sırılsıklamım

İliklerime kadar seninle doluyum şimdi

Nisan yağmurum benim, sultanım, yavru ceylanım

Gel otur yanıma ellerimi tut

Gel otur yanıma dudaklarıma yağ serin serin

Adını unuttum şimdi

Sensiz geçen bütün gecelerin

Eskiler nisan yağmuruna “ab-ı nisan” derlerdi. Rivayetlere göre mi desem, söylencelere göre mi desem, nisan ayında istiridyeler sedefler, deniz dibinden su yüzüne çıkıp, yağmur tanelerini içine alır; inci, sedef yaparmış.

Geçtiğimiz aylarda, cep telefonuma bir mesaj düştü: “Dertlerimiz kum tanesi kadar küçük, sevinçlerimiz Nisan yağmuru kadar bol olsun. Bu mübarek geceniz sevapla dolsun.” Bu dileğe kim ne diyebilir?  Çok geçmeden, bir internet sitesinde “Dertlerin kum tanesi gibi küçük, sevinçlerin Nisan Yağmuru gibi bol olsun. Öylesine mutlu ol ki gözlerinden akan yaş mutlu olmayı bilmeyenlere sadaka olsun” diye yazıyordu.

Abdurrahim Karakoç ‘un dua şiirini hatırladım:

“Senin ak alnından gözlerinden

Önce dallar sonra yapraklar öpsün

Eğilsin yıldızlar tutsun elinden

Gecelerden sonra şafaklar öpsün

 

Kumral saçlarında nisan yağmuru

Yazın ak yüzünden gölgenin moru

Ağzından en serin, hem de en duru

Kayalardan akan kaynaklar öpsün

 

Çimenler okşasın ayaklarını

Çiçekler koklasın parmaklarını

Ben öpmeden önce yanaklarını

Varsın teller, tüller, duvaklar öpsün

 

Kıskançlık çakılı kazıktır serde

Bölünsün bu rüya en tatlı yerde

Seni canlı kullar öpmesin de

Kefenler sarılsın, topraklar öpsün....”

 Folklorumuzda  “nisan yağmurları”ndan sıkça söz edilir. Denir ki:

Nisan yağmuru zemzem suyu gibidir, uğurludur. Nisan yağmurunda ıslanmak insana sağlık verir.

Kim diyorsa nisan yağmurunu ahmak veya aptal ıslatan diye. İnanmayınız. Onlar abdal kimdir aptal kimdir ayırtında bile olamayan ahmaklardır. Anadolu köylüsünce yağmur rahmet sayılır; ikincisi ise, Şamani Türk kültürüne kökensel bağlılığını yüzyıllarca koruyabilmiş abdalların nisan yağmurunu -baharı ve bereketini imleyişinden olsa gerek- kutsal saydıkları ve her yağdığında altında özellikle ıslandıkları bilinmektedir.

Abdalın içinde gönlünü taşıdığı rahmete bağrını açması, bu yağmurda ıslanması niçin ahmaklık olsun ki?

Erenler asalarıyla dağa taşa dokunup oradan su çıkartıyor da rahmet denilen bahar yağmurunda ıslanmak neden aptallık oluyor?

Nisan Yağmuru altında ıslanmaya yarın da devam edelim mi?