İnsanın manevi anneleri, babaları, kardeşleri vardır ki, çoğu zaman özlerle özdeş olurlar. Ankara’da bir kapım ve bir manevi babam vardı. Onun gönül sesine göre ve hakkımda yazdığı yazılara göre, güya ben kendini hayrat eden insandım. Ama o benim “güya” değil yürekten manevi babamdı. Sekseni aşmış yaşına ve dizlerinden kesilen dermanına rağmen, Ankara’da bir problemim olsa, gider ve sonuç alırdı.
Yalnız ben mi, şimdi sayıları bir elin parmakları kadar bile kalmayan çoğu arkadaşımızın da manevi babasıydı.
Ahmet Tufan Şentürk’ün çocuğu olmamıştı. Onun için hepimiz birer manevi evlat olmak için yarışırdık. Bir şiirinde hiç baba olmadığını yazmıştı:
“Hiçbir çocuk bana; 'Baba!' demedi,
Ben hiç 'baba' olmadım ki!
'Baba!' diyen tatlı sesi,
Sokaklarda, komşularda duydum.
Sokaklarda, komşularda gördüm onları.
Koşuyorlar, gülüyorlar, oynuyorlardı,
'Ana! ' diyorlardı, 'Baba!' diyorlardı,
Koşup sarılıyorlardı boyunlarına.
Analar, babalar çocuklarını,
Öpüyorlar, okşuyorlar, seviyorlardı...
Hiçbir çocuk içtenlikle, sevecen,
Atılmadı, sarılmadı boynuma.
Benim hiç çocuğum olmadı ki!
Sevgilerin en kutsalı çocuk sevgisi,
Seslerin en güzeli 'Baba!' diyen ses,
Ben hep bu türkülü sesi dinlerim.
Ben hep 'Baba!' diyen sesi duyarım.
Bir çocuk bana doğru koşsa uzaktan,
Onu, birden sımsıcak ruhumla kucaklarım.
Gece yarısı bir çocuk ağlasa uzaklarda,
Anasından, babasından önce ben duyarım.
Günün haber saatlerinde,
Radyoda, televizyonda,
Dergilerde, gazetelerde,
Yollarda, sokaklarda,
'Öldürüldü.', Öldü.' derler
'Ah! .. Yavrum! ..' derim..
Oysa ne öleni bilirim, ne öldüreni.
Çaresiz, alıp başımı giderim.
Ağlayan analarla, babalarla beraber,
Uykuyu gözlerime haram ederim.
Oysa hiçbir çocuk bana 'Baba!' demedi,
Ben hiç 'baba' olmadım ki!”
Ahmet Tufan Şentürk’ü 9 Mayıs 2005’de ebedi yolculuğa uğurlamıştık.
1997 yılıydı. Rıdvan Çongur’un “50. Sanat Yılında Ahmet Tufan Şentürk” adlı kitabını almıştım. Sevinçliydim. Arkasından Mustafa Ceylan’ın “Ahmet Tufan Şentürk / Hayatı Sanatı Şiirleri” adlı kitabı çıktı. Sevincim iki kat arttı. Düble mutluluğu yaşıyordum. Daha önce de Ahmet Tufan Şentürk’le ilgili özel eserler hazırlanmıştı. İ. Ünver Nasrattınoğlu ve Göngör Özden’in ortak çalışmasını hatırlıyorum. Yahya Akengin’in “Torosların Öbür Yüzü” adlı oyununu ve Rahmetli Nüzhet Erman’ın “Ahmet Tufan Şentürk Destanı” ancak mükemmel kelimesi ile tanımlanabilirdi.
Feyzi Halıcı’nın hazırladığı “Bir Şiirin Hikâyesi” dizisi içindeki Ahmet Tufan Şentürk’le ilgili bölüm, hem radyoda, hem TRT televizyonunda yayınlanmıştı. Yine Ahmet Tufan Şentürk’ü anlatan Taha Feyizli tarafından çekilen “Çakırdikeni” adlı belgesel, uzun süre konuşulmuştu. Bu bağlamda Kültür Bakanlığı’nın Ahmet Tufan Şentürk adlı kitabını da unutmadan not etmek istiyorum.
1999 yılıydı. Ülkemizde Türk Halk Edebiyatı’nın bir bilim dalı olarak yaygınlaşmasında, kabul edilmesinde üstün gayretleri olan, hocaların hocası olan Prof. Dr. Saim Sakaoğlu’nun “80. Doğum Yılında Şair Ahmet Tufan Şentürk” adlı kitabı, kültür hayatımıza Ahmet Tufan Şentürk’le ilgili yeni ve özel bilgileri kazandırdı. Aynı yıl yayınlanan Mustafa Ceylan’ın “Torosların Türküsü” adlı biyografik romanında, Ahmet Tufan Şentürk anlatılıyordu.
Bir şaire, hayattayken, böylesine değer vermek, toplumumuzda alışılmış bir davranış değildi. Öyleyse niçin Ahmet Tufan Şentürk’e ilişkin eser vermek için herkes can atıyordu. Adı okullara, kütüphanelere veriliyordu.
Bu sorunun yanıtı, onun, yaratılanların en kutlusu olan, insan gibi insan, olmanın bütün niteliklerini taşıyor olması, gerçeğinin içindeydi. Örnek alınası bir hayata, bir kişiliğe sahipti. Onu örnek alabilmek, onun hayatından bir pay çıkarabilmek bir nasip işiydi ki, bundan hisse çıkarabilen nasipli kişiler, zaten onu bir manevi baba biliyor ve onun sevecen ve kuruyucu sıcaklığını yüreklerinde duyuyorlardı. O kişilerden birisi de benim.
Geçtiğimiz ay, Prof. Dr. Saim Sakaoğlu’nun “80. Doğum Yılında Şair Ahmet Tufan Şentürk” adlı kitabının genişletilmiş ikinci baskısını aldım. Bu baskıda, benim 2 Haziran 1999 tarihli Bizim Gazete’de yayınlanan, birinci baskıya ilişkin yazım da yer alıyor. Yüzlerce kitabın içinde, çeşitli vesilelerle adım geçmiştir. Ama hiçbirinde, bu kadar sevindiğimi, onur duyduğumu hatırlamıyorum.
Bir ara gözüm televizyona kaydı. Yine vahşet, yine insanın insana ettiği zulmün görüntüleri sıralanıyordu. Onun “İnsanlık Şarkısı adlı şiirini hatırladım:
“Neden parça parça dünya / Burası doğu, orası batı / Neden ayrı dilde, dinde insanlar / Neden beyaz, kızıl, sarı, kara / Bu şehirler, bu sokaklar, bu insanlar / Japonya'da, Kore'de, Kıbrıs'ta / Top, tüfek, bazuka, atom, roket / Ölüm çığlıkları dinledi çocuklar / Sevgi yerine, şefkat yerine, ninni yerine / Bu şehirler, bu sokaklar, bu insanlar ........”
“Yandı Kerim’in arpa tarlası” diye bir deyimimiz vardır. Bakınız Ahmet Tufan Şentürk bunu ne güzel mısralaştırmış:
Boşuna yağmur duası
Ateş düştü can evine dünyanın
Yandı dostlar, yandı,
Kerem’in arpa tarlası..
Yüreği titriyor toprağın, taşın
Tedirgin gökte yıldızlar
Çatlayacak gibi her kafatası
Yandı dostlar, yandı,
Kerem’in arpa tarlası..
Kapandı sımsıkı pencere, kapı
Sızmıyor ne hava, ne ışık, ne ses
Artık birbirinden korkuyor herkes
Bütün işlerimiz oldum olası
Yandı dostlar, yandı,
Kerem’in arpa tarlası..
Körleşti duygular ağlamak niye
Tanrı bile düşünmüyor kulları
Kızgın bir çöldeyiz, ellerde asa
Şeytanın elinde kaldı su tası
Yandı dostlar, yandı,
Kerem’in arpa tarlası..
Başlar kurşun gibi, bakışlar ürkek
Yenilen, içilen zehir, zemberek
Bir çaba ki ölüm dirim çabası
Yandı dostlar, yandı,
Kerem’in arpa tarlası..
Kısaldı bir uçtan bir uca dünya
Artık olmaz, olmaz, her şey olur ya
Hani nerde kaldı Mesih hülyası
Yandı dostlar, yandı,
Kerem’in arpa tarlası..