Eğer, “Başka derdim mi yok,” demeyip bu yazımı okuyan, üstelik imkân bulanlar olursa, lütfen internet arama motorlarına “Hamiyet Yüceses ve Makber” kelimelerini yazsınlar. Dinlemeye başlasınlar:

Her yer karanlık pür nûr o mevki

Mağrip mi yoksa makber mi ya Râb

Ya habgâh-ı dilber mi ya Râb

Rüya değil bu, ayniyle vâki

 

Kabri çiçekten bir türbe olmuş

Dönmüş o türbe bir hacle-gâhe

Bir hacle-gâhe dönmüşse türben

Aç koynunu aç mâşukanım ben..”

 Şimdi dinlediğiniz bu gazeli bir yana bırakıp Abdülhak Hamit’in Makber şiirini ele alalım: Makber, Türk edebiyatının en önemli şiirlerinden biri. Abdülhak Hamit, Makber’i  eşi Fatma Hanım'ın ölümü üzerine Beyrut'ta yazılmıştı. Duyduğu acının, öfkenin ve özlemin yansımasıydı.

Şiirden bir parça vermeden önce, birkaç cümle hikâyesinden söz edeyim:

1883 yılında Bombay Başkonsolosluğu’na atanan Hamit’in eşi, Fatma Hanım, vereme yakalamıştı. Durumu giderek kötüleşiyordu. İstanbul’a dönmeye karar verdiler. Vapurda Fatma Hanım’ın hastalığı daha da ağırlaştı. Beyrut’ta karaya çıkmak zorunda kaldılar. Birkaç gün içinde kadıncağız hayata veda etti. Beyrut’ta defnedildi. Beyrut’tan ayrılmayan Abdülhak Hamit, eşinin mezarını yaptırdı ve taşına şunu yazdırdı:

Merhume, Pîrizade hanedanından bir yetim idi. Bahar-ı ömründe veremden gurbet elde öldü. O vücud-ı hüzn-nümûn şimdi senden bir fatiha ister."

Şair, Beyrut’ta kırk gün kaldı. Henüz yirmi yedi yaşında kaybettiği Fatma Hanım'ın ardından büyük bir sarsıntı geçirmekte ve derdini kâğıda dökmekteydi. 2352 mısralık “Makber” şiiri böyle çıkmıştı:

"Eyvah! Ne yer, ne yar kaldı

Gönlüm dolu ah-u zar kaldı

Şimdi buradaydı, gitti elden

Gitti ebede gelip ezelden

Ben gittim, o haksar kaldı

Bir köşede tarumar kaldı

Baki o enis-i dilden

Eyvah, Beyrut'ta bir mezar kaldı

 ..."

Hamid, Makber’de  Allah'a yalvarıyor,  bir yandan da eşine, "Çık Fatıma! Lahidden kıyam et/yanımdaki haline devam et" diye sesleniyordu. Nihayet, "Sen öldün, ölüm güzel demektir" mısrasını eklerken artık gerçeği kabul ediyordu. Makber şiiri bitince, Abdülhak Hamit, Beyrut’tan ayrıldı.

Ne yazık ki, şimdi o makberin yerinde yeller esiyor.

Bir zamanlar benim yaptığım gibi, kitap halinde yayınlanan Makber şiirini, dize dize arasanız, yazıma başlarken Hamiyet Yüceses’in sesinden dinletmek istediğim Makber’i bulamazsınız. İkisinin de adı Makber, ikisinin şairi Abdülhak Hamit ama gazel olarak dinlediğimiz “Her yer karanlık pür nûr o mevki” dizesi ile başlayan makber şiiri Fatma Hanım için yazılmamıştı.

Abdülhak Hâmid’in tiyatro eserleri arasında “Tarık Yahut Endülüs’ün Fethi”ni okursanız, dinlemeye doyamadığınız Makber’i burada görürsünüz.

Oyundaki Papaz, önce Lusi’ye sonra onun annesine şehvet duygularıyla âşık oluyor, papazın isteklerine boyun eğmeyen anne kız intihar ediyorlardı. Lusi’nin dilinden söylenen bu şiir, intihar sahnesinin olduğu ilave fasılda yer alıyordu.

Abdülhak Hâmid Tarhan, 2 Ocak 1852’de İstanbul’da doğdu. Tarihçi ve Tahran Büyükelçisi Hayrullah Bey'in oğlu, Hekimbaşı Abdülhak Molla'nın torunuydu. 1862’de 10 yaşındayken ağabeyi ile birlikte Paris’e babasının yanına gitti. Bir süre Paris'te eğitim gördükten sonra 1864'te İstanbul'a döndü.

Yaşının küçüklüğüne rağmen Bab-ı Ali’de tercüme odasına kâtip olarak girdi. Bir yıl sonra Tahran Büyükelçiliği’ne atanan babasıyla birlikte İran’a gitti. Farsça öğrendi. Babasının 1867’de ölümü üzerine İstanbul’a döndü. Maliye Mühimme Kalemi’ne girdi. Şûra-yı Devlet ve Sadaret Kalemleri'nde çalıştı.

İstanbul'un 1920'de işgal edilmesi üzerine Viyana'ya gitti. Sıkıntı içinde yaşadı. Ankara Hükümeti yurda dönmesini sağladı. Cumhuriyet'in kuruluşundan sonra kendisine maaş bağlandı.

İstanbul Maçka Palas'ta bir daire verildi. 1928’de İstanbul Milletvekili seçildi ve ölünceye kadar milletvekili olarak kaldı.