Köyde büyük bahçem var sanmayınız. Bir karık açacak kadar yol kenarı. Hani bir reklam var ya, “harca harca bitmez,” diyor. Ben de içimden, affedersiniz “Nahhh! bitmez diyorum. Üç beş metrelik ekeneğim de ek ek bitmez. Güya seçimi bekleyecek, İstanbul’da vatandaşlık görevimi yapacaktım. Oğlum, benimle annesini birkaç eşya ile Altınoluk, Akçay arasındaki evimize götürecekti. Birkaç biber, birkaç domates, iki hıyar fidesi sitilleyecektim. Bu kadar büyük işe gücüm yetmeyeceği için, konudan, komşudan, site görevlisinden yardım isteyecektim.

Hep yazar dururum, nasip, kısmet işi. Neye niyet edersiniz, neyle karşılaşırsınız, kimse bilemez. Sesim güzel değil. Şarkı söylemeye hiçbir zaman medeni cesaretim olmamıştır. İçimden şarkıların en kralını söylerim. Daha sazın sesini duyar duymaz şarkıya kendimi kaptırırım. İçimden söylediklerimi bilmeden beni bu halimde görenler, mimiklerime bakıp, üşüttü mü bu adam diye hayretle bakarlar.

Şarkı, türkü dinlemeden yolculuk biter mi? Hayal etmiştim: Oğluma aracın camını açtırıp, mis gibi bahar kokularını içime çekecek, bahar rüzgarını bağrımda duyumsayacaktım. Safiye Ayla’nın sesinden dinleyecektim:

“…… Müjde ey güzel kuşum

Bahara döndü kışım

Gülüyor içim dışım

Çile bülbülüm çile

Çile bülbülüm çile

Çile bülbülüm

Çile ah ah

Çile bülbülüm

Çile bülbülbüm çile…”

Şarkı söyleyemem dedim ama, nakaratın sonunda “Allah!” diye sesli bağırmasını bilirim. Hem de yürükten.

Efendim, burdaki çile, bülbülün gül uğruna çektiği çile sanmayınız. Dut yemeden önceki (!) cıkır cıkır ötüşünü anlatıyor.

Hani derler ya “zalim felek, kimine kavun yedirir kimine kelek,” nereden birim ki, yarın gazete için yazacağım yazıyı dinlerken rahmetli İbrahim Erkal’ın sesinden çilenin başka halini dinleyeceğim:

Vay benim kadersiz, dertli çileli başım

Hem içerden, hem dışardan akar göz yaşım.

Annemin örgü, dantel, gergef, türlü işlemelerde kullandığı çile çile iplikleri vardı. Allı yeşilli, sarılı, mavili, pembeli, ebrulili. Bitenleri elimde bir parça örnekle bir koşuda çarşıdan alıp gelmeyi öğrenmiştim.

Çocukken, çileli kadın, çileli anam gibi sözleri duyduğumda onların dertten, sıkıntıdan, türlü zahmetten, eziyetten yana bolluk içinde olduklarını bilmez, iplik sarmada, tüketmekte mahir olduklarını sanırdım.

Nereden bilirdim ki, ben de büyüyecek, Cahit Sıtkı Tarancı gibi “Gökyüzünün başka rengi de varmış! / Geç farkettim taşın sert olduğunu. / Su insanı boğar, ateş yakarmış! / Her doğan günün bir dert olduğunu, / İnsan bu yaşa gelince anlarmış ,” diyecektim.

İlk kez üniversite yıllarında Necip Fazıl’ın ”Çile”sini okumuştum. Uzundu aklımda tutmam mümkün değildi. Parça bölük hatırlıyorum:

“….

Nesin sen, hakikat olsan da çekil!

Yetiş körlük, yetiş, takma gözde cam!

Otursun yerine bende her şekil;

Vatanım, sevgilim, dostum ve hocam!

..”

Genç bir fidandım. Tozpembe yıllarımı yaşıyordum. Damarımda kıvılcımlar dolaşıyordu. Aşk sandığım dünyevi duyguların sarmalında, içim içime sığmıyor, daldan dala sarılıyordum. Uhrevi duyguların kenarından geçsem bile kendimi kaptırmak işime gelmiyordu. Onun için; “Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök! / Heybem hayat dolu, deste ve yumak. / Sen, bütün dalların birleştiği kök; / Biricik meselem, sonsuza varmak...” gibi düşüncem yoktu.

Derken, bir dem geldi de ayağım kaydı tasavvufun deryasına düşer gibi oldum. Hacı Bayram Veli ve Eşrefoğlu Rumî’nin elinden tutuverdim. Onlardan “Çile”nin halvet girmek, ibadet, zikir, riyazet ve murakabe ile meşguliyet olduğunu öğrendim. İçimden onlar gibi ıssız bir yere, hücreye, kapanasım geldi, ama kırk günlük halvet eğitimini bitirebilir miyim, korkusuna kapıldım. İlahi güzelliklere ulaşabilecek ve şunu diyebilecek miydim?

"Hoştur bana senden gelen.

Ya gonca gül ya da diken.

Ya hil’atu ya da kefen.

Narın da hoş, nurun da hoş."

Dostlarım derin konuyu bir tarafa bırakıp günümüze dönmeliyim. Evet Safiye Ayla’nın sesinden bülbüllerin çilemesini dinlemek nasip değilmiş. Biz yaşlı karı koca, seçimin ikinci turunda vatandaşlık görevini yapsak ne olur, yapmasak ne olur, diye düşünmekten geri durmadım. Eşimle konuştum. Ama, vicdanımızı, toplumsal sorumluluğumuzu aldatamadık. Varsın bu yıl domatesimiz, biberimiz, hıyarımız olmasın, haziran başında gidince üç beş çiçek diktiririz. A. Kadir gibi çileyi bağrımıza basmayı da biliriz:

Bizim hiç bir hürriyetimiz yok,

Hiç bir hürriyetimiz,

Ne çalışmak, ne konuşmak, ne sevişmek,

Sen orda bağrına bas dur en büyük çileyi,

Ben burda en büyük çileyi doldurayım,

Ekmeğe muhtaç, hürriyete muhtaç, sana muhtaç.

Sen orda dalından koparılmış bir zerdali gibi dur,

Ben burda zerdalisiz bir dal gibi durayım.