Eylül ayının başında “…. Gerçek olan restorasyon için, çalışmaları kısıtlamak gerekti. İstanbul Gazetesi’nden günlük yazılarım için bir ay izinliyim. Tekrar buluşmak ümidi ile sağlık, esenlik içinde kalınız,” diye yazmıştım.
Can bende olduğu sürece tekrar dönmeyip ne yapacaksınız?
Tilki olmayı mizacıma yakıştıramam ama, istediğiniz kadar başınıza buyruk, kendi bildiğince yaşamak imkânı bulsanız da ait olduğunuz yere dönmek zorunda oluyorsunuz. Alışkanlığınız, işiniz bunu gerektiriyor ki, atalarımız, tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yer kürkçü dükkânıdır,” demişler.
Günlük yazılarıma bir ay ara verirken gerekçem, restorasyondan geçmek içindi. Birincisi bu arzuydu. Ama, bu arzu tek başına bir gerekçe olamazdı. Kalp ve ağır kanser ameliyat ve tedavileri gördüğüm zamanlarda bile yazılarım yedekli sürmüştü. Ama ikinci gerekçem, elimde bir kitap çalışması vardı. Bitirmeye ömrüm yetmezse evhamına kapılmıştım. Onu tamamlamak istiyordum.
Sevdiğim iki şaire arkadaşım vardı. Tanıyanlarınız vardır: Mualla Orhon ve Hayret Gürkanlı. Hayret Hanım kalp hastasıydı. Gülerek anlatırdı. “Doktor kalbin büyümüş, dedi. Elbet büyüyecek kalbim. Yoksa herkese nasıl dağıtırım, dedim” derdi.
Ne güzel onları rahmetle anmama vesile oldu.
Oldum olası, her salatalık yiyene tuz olur koşardım. Tuz yasak olduğu için uzun zamandır kalbimle koştuğum için, kalbimde kaçak oluşmuş. Vergi kaçağı, uyuşturucu kaçağı olacak değildi ya.
Efendim kimi çevreler, dostlar bana şeker gibi adam diye diye tiplerden terfiler edip şeker hastalığı etiketini bahtıma yapıştırdılar. Yeter. Yürekti, böbrekti, dalaktı, karaciğerdi derken içinizi karartmayayım.
Eskiler, bir hastalığı geçirdikten sonra sağlıklı duruma geçme dönemine nekahet derler. Yahya Kemal’in “Ses” şiirini anımsayacaksınız:
“Günlerce ne gördüm ne de bir kimseye sordum,
"Yârab! Hele kalp ağrılarım durdu!" diyordum.
His var mı bu âlemde nekâhet gibi tatlı?
Gönlüm bu sevincin helecânıyle kanatlı…”
Ben size bir durumu itiraf edeyim: İzine ayrıldığım ilk günden itibaren masamda bilgisayarım hiç kapanmadı. Gazeteleri, haber sitelerini, makaleleri okumaya devam ettim. Sosyal paylaşım platformlarından noksan kalmadım, gerekli gereksiz yorumlara katıldım. Eskiden her mahallenin, postacısı olur, sırtında çantası, elinde sıralanmış mektuplar aynı saatlerde sokaktan geçer, yaşlı genç pek çoğumuz bir haber gelir umuduyla yolunu gözlerdik. Darbı mesel olarak anlatırlar: Postacı izine ayrılmış, yine aynı sokakları geziyormuş. Bir farkla ki, sırtında çantası, elinde bir tomar mektup yokmuş.
Ben de postacı örneği aynı sokakları geçmeyi sürdürdüm.
Gazeteciğin en alttan en üste kadar her kademesinde çalıştım. Eski ayları kırpıp kırpıp yıldız yaparlar, dedikleri gibi, bizde de geri hizmet, köşe yazarlığı dönemidir. Bu dönemde, ak sakallı olmanın gereği bilgi ve deneyimler biraz daha yerli yerine oturur. Yazarlığın ilk dönemlerinde siyasi yazılar yazdım. Sonra, “Sen bir gerip çingenesin gümüş zurna nene gerek” aşamasına geldim. Örneğin İstanbul gazetesinde on beş yıla yakın süredir yalnızca kültür ve sanat yazılarıyla günlerimi dolduruyorum. Bu halde bile bazen siyaset şeytanı dürtüveriyor.
Örneğin bir Çorum türküsünden söz edeceğim:
“Hem okudum hem de yazdım
Yalan dünya senden bezdim,
Dağlar otağını gezdim
Yiğit yavru bulunur mu?” diye yazınca, gelen şehit Mehmet haberleri aklıma geliyor. Hiç birimizin yanlış politika, yanlış kararlar, sevk ve idare bozukluğu, gibi konuları es geçip, yiğit yavrumuzu yumuşak karnımız olan şehitlik şalı ile örtüyoruz.
Aynı türkü de, “El veriyor, el veriyor / Orta direk bel veriyor, / Döndüm baktım sağ yanıma / Mehmet'im can veriyor,” sözlerine de şeytan dürtüyor. Orta direğin bel vermek şurada dursun, yerle bir olduğu, sağlık, ilaç ve de açlık nice yavrularımızın ölümüne sebep olduğunu fısıldıyor.
Canlar, her zaman olduğu gibi kör şeytana uymayıp kültür sanat konularını tarihsel aktüaliteye uygun olarak yazmaya devam edeceğiz.