Can Yücel, 21 Ağustos 1926’da İstanbul’da doğmuş, 12 Ağustos 1999, Dokuz Eylül Üniversitesi Hastanesi’nde ölmüştü. Datça Mezarlığı’nda toprağa verildi.
Onu anlatmaya başlamadan önce babası Hasan Ali Yücel’den ve günümüz politikacılarına bıraktığı bir ibret belgesinden söz edeyim.
Hasın Ali Yücel, ömrünü Türk Milli Eğitimine adamış bu irfan adamı, genç yaşta 26 Şubat 1961’de konuk olarak kaldığı Prof. Dr. Tevfik Sağlam'ın evinde öldü.
Hasan Ali Yücel, 1897’de İstanbul'da doğdu. Maliye memurlarından Ali Rıza Bey'in oğluydu. Ana tarafından büyük babası, Japonya'dan dönerken batan Ertuğrul Gemisi'nin süvarisi Yarbay Ali Bey'di.
Çocukluğu, ilk gençliği imparatorluğun yıkılış yıllarında geçti. İkinci Meşrutiyet, 31 Mart Olayı, Arnavutluk İsyanları, Trablus Harbi, Balkan Muharebesi, bozgun, Rumeli'nin yitirilişi, seferberlik, yoksulluk, açlık, sefalet ve nihayet; mağlubiyet ve esaretler….
Zamanında köy enstitüleri açıldı. Köylere uygun öğretmen yetiştirmek için bir çözüm yolu olabileceğini düşünmüştü. Amacı, köyün, kendi bağrından doğmuş köylü çocukları ile aydınlığa ve uygarlığa ulaşmaktı.
Hasan Ali Yücel, efsane milli eğitim bakanıydı. Kültürümüze klasikleri kazandırdı. Hizmetleri yıllarca anlatıldı. Unutulmaz izler bıraktı. Makamı ona değil, o makamına değer kazandıranlardandı. Zamanında sevmeyenleri, kıskananları, yaptıklarını onaylamayanlar da oldu. Ama Hasan Ali Yücel, doğru bildiği yoldan dönmedi.
27 yıl önce 1997’de doğumunun 100. yılı nedeniyle UNESCO tarafından "Hasan Âli Yücel Yılı" ilan edilmişti. Çünkü Hasan Ali Yücel, aradan geçen onca yıla rağmen unutulmayan, saygınlığını hiç yitirmemiş bir Milli Eğitim Bakanı, örnek bir devlet adamıydı. Nasıl bir kişilik sahibi olduğunu anlatmaya sanırım şu anekdot yeterli olacak. Günümüz politikacılarının kulaklarına küpe olsun.
“İki liseli arkadaş, liseyi birlikte bitirmişlerdi. Yurt dışında eğitimlerine devam etmek için, harçlıklarını biriktirmişlerdi. Milli Eğitim Bakanını ziyarete gidip, yurtdışında okumaya gönderilmelerini istediler.
Bakan gençlerden birini dışarı çıkarttı. İçerdekine, "Seni gönderebilirim, ama arkadaşını gönderirsem dedikodu olur 'oğlunu gönderdi derler' onun için onu gönderemem" dedi. Bu durumu öğrenen dışarıdaki öğrenci arkadaşına "Madem öyle benim biriktirdiğim parayı da sen al, hiç olmazsa biriktirme amacımı gerçekleştireyim" dedi.
Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’di. Dedikodu olmasın diye göndermediği oğlu şair Can Yücel’di. Arkadaşı, İsviçre'ye gitmiş, tıp eğitimi almıştı. O kadar başarılı olmuştu ki, adını duymayan tıp adamı kalmamıştı. Türk olduğunu her fırsatta haykırmıştı. İcat ettiği, tasarladığı ameliyat aletlerine; Ayşe, Ceylan, Leyla, Eşek Semeri gibi Türkçe isimler vermiş ve konusundaki her tıp adamı, bu isimleri kullanmaya başlamıştı. Bu ünlü cerrah sonunda Türkiye'de tüm üniversitelerimizce takdir edildi ve Cumhuriyet tarihinde ilk kez, TBMM tarafından "Onur Madalyası" aldı. Bu kişi; Profesör Gazi Yaşargil’di.
Can Yücel’den de bir şiir aktarayım ki, Hasan Ali Yücel’in görev aşkını anlayalım:
“Hayatta ben en çok babamı sevdim
Karaçalılar gibi yardan bitme bir çocuk
Çarpık bacaklarıyla -ha düştü, ha düşecek-
Nasıl koşarsa ardından bir devin
O çapkın babamı ben öyle sevdim
Bilmezdi ki oturduğumuz semti
Geldi mi de gidici-hep, hep acele işi! -
Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi
Atlastan bakardım nereye gitti
Öyle öyle ezberledim gurbeti
Sevinçten uçardım hasta oldum mu
40'ı geçerse ateş, çağrırlar İstanbul'a
Bir helalleşmek ister elbet, diğ'mi, oğluyla!
Tifoyken başardım bu aşk oyununu
Ohh dedim, göğsüne gömdüm burnumu
En son teftişine çıkana değin
Koştururken ardından o uçmaktaki devin
Daha başka tür aşklar, geniş sevdalar için
Açıldı nefesim, fikrim, canevim
Hayatta ben en çok babamı sevdim.”