Sayılı gün çabuk biter derler, Çabuk mu uzun mu kişiye göre değişir. Bugün ramazanı güle güle, şakalaşa şakalaşa uğurluyoruz. Elbet yine gelecek. Dileriz ki gelişi huzur ve geçim ortamında olsun.

1800’lü yılların sonlarına doğru, Avrupa’dan gelen etkilerle İstanbul’da tiyatro hayatı canlandı. Ramazan gecelerinde halkı eğlendirmek için piyesler yazıldı. Halka yakınlaşsın diye,     karagöz ve ortaoyununun yalın dili kullanıldı. 1900’lu yıllarda, Osmanlı ramazan gelenek ve göreneklerinde yetişen, yaşayan kuşaklar yok oldu. Ama halkımız ramazan gelenek ve göreneklerimizin bir bölümünü yaşatıyor.

Yoksa Bektaşi gibi “doğru adam mı kaldı?” diyebilirdik.

Bektaşi’nin birini ramazanda içki içtiği için yaka paça kadıya götürürler. Kadı, çakırkeyif Bektaşi'yi görür görmez:

“Behey kafir! Bu yaşta hala içiyorsun bu zıkkımı. Utanmıyor musun? Bilmiyor musun haram olduğunu?” der.

“Sırtınızdaki ipek kaftan da haramdır” diye karşılık verir Bektaşi.

Kadı:

“Bunun içine pamuk katarlar.”

Bektaşi:

“Dünyada doğru adam mı kaldı, şaraba da yarı yarıya su katıyorlar.” karşılığını verir.

Kuşkusuz ki, küçük şeyleri bahane ederek oruçtan kaçmak doğru değil. Ama, sağlık nedeniyle oruç tutmaması gerektiği halde, tutmak doğru değil.

Oruç tutan Bektaşi’nin biri pek fena susamış. Vakit geçirmek için kırda giderken bakmış gürül gürül akan bir çeşme. Adeta kendinden geçmiş bir halde ağzını dayayıp lıkır lıkır içmeye başlamış. Bu sırada oradan geçen biri görüp:

- Aman erenler ne yaptın? Oruç gitti, diye seslenmiş.

Bektaşi, ağzının iki yanından süzülen sular bağrına doğru inerken cevap vermiş :

- Oruç gitti, ama fakire de can geldi!

Bektaşi’nin yaptığı işin şakası. Gerçek olan şu: İslam dini, insanlara hiçbir konuda çekemeyecekleri yük yüklememiş.  Sağlığı yerinde olmayan bir kişinin oruç tutması istenmemiş. Sağlıklarına kavuştukları zaman tutabilecekleri gibi, her oruç günü için bir fakirin yiyecek ihtiyacını karşılayarak görevlerini yerine getirmiş sayılabiliyorlar.  Elbette bu konuda yorum yapmak yetki ve gücünde değilim. Din adamlarımızdan, doktorlarımızdan öğrendiklerim böyle.

İki Müslüman söyleşiyormuş. Biri diğerine Ramazan boyunca hasta olduğundan yakınmış ve bu nedenle sadece bir gün niyetlenebildiğini, diğer günler ne yazık ki oruç tutamadığını söylemiş. Bektaşi de aralarında. Bir ara dinleyici konumundaki kişi, Bektaşi’ye de sormuş:

"Erenler, sen kaç gün oruç tuttun?" Bektaşi:

"Ben de rahatsızdım, arkadaştan bir gün eksik tutabildim ancak" demiş.

Bu fıkrayı ters yüz de edebilirsiniz:

Adama sormuşlar:

“Kaç gün oruç tuttun?”

“Hastalığım nedeniyle, ancak bir gün tutabildim!”

Aynı soruyu, orada bulunan Bektaşi’ye sorunca, hiç istifini bozmadan yanıt vermiş:

 “Bu arkadaş benden bir gün fazla tutmuş!”

Hangi yönden bakarsanız bakınız Ramazan ayı, ekonomik sıkıntılar zirve yapmamışken bereket ayıydı. Ayrıca, sevgiden saygıdan hoşgörüye, şakalaşmalardan nüktelere kadar aklınıza gelen her güzelliğin bereket bereket yaşandığı bir aydı ramazan.

Evet her emeğin bir bedeli var. Ramazan’ın bedeli de bayram. Bayram için söyleyeceğimiz, yazacağımızı bayrama saklayalım ve yine bir Bektaşi fıkrası ile veda edelim:

Nerede görseler ramazanı sevmiyor diye çatıp duruyorlarmış bizimkine.  Taa burasına gelmiş, o da bir çıkış yapmış:

"Peki, siz çok mu seviyorsunuz, sanki?" demiş.

"Elbette!" demişler Hep bir ağızdan.

Bektaşi o zaman:

"Etmeyin canlar!" demiş bu kez, “Yalan söylemeyin! O kadar sevseydiniz, ramazan biter bitmez sevinçten, üç gün bayram mı ederdiniz?"