Kimi zaman uyku tutmayınca, süre gelen zaman dilimi içinde aklınıza gelmeyen birçok olaylar, kişiler, diyaloglar, sebep sonuç tartıları sinema şeridi gibi aklınızdan geçmeye başlar. Kendi kendinize sorarsınız: Bunları ben mi yaşadım?

Kimi zaman mutluluğun zirvesine çıktığım, kimi zaman içinde ezim ezim ezildiğim hiç bitmeyecek gibi karabasanlar gibi yüreğimi gümbür gümbür vurduran oluş ve oluşumlar, neredeler?

Ah!.  Baki Süha Ediboğlu. Ah!.. Selahattin Pınar  ve hatıralar:

Beni de, alın, ne, olur, koynunuza, hâtıralar

Dolanıp, kalayım, bir, an, boynunuza, hâtıralar

Yeriniz, ne, yurdunuz, ne, benden, böyle, korkunuz, ne?

Duyuyorum, sesinizi, bâzan, derin, bir, kuyudan

Dinliyorum, uzakları, kalkıp, derin, bir, uykudan

Beni de, alın, ne, olur, kolunuza, hâtıralar

Bu, ömür, tükenecek, yolunuza, hâtıralar

 12 Eylül öncesinin pek çok acılarını yaşamıştık. Bir gece yarısı Edirnekapı’da oturduğumuz evde yatak odasının camı kurşunlanmıştı. Terör bağlantılı bir gözdağı olabileceği aklıma gelmemişti. Benim çalıştığım gazetenin ideolojisiyle ilgim yoktu. Elbette benim de bir dünya görüşüm, inandığım ya da sempati duyduğum ideoloji vardı. Ama, profesyonel ve yalnızca ekmek parasının peşinde bir gazeteci olarak, gazeteye girdiğimde düşüncelerimi vestiyere asar, masama oturur veya sahaya çıkar işimi yapardım. 

Bir Pazar günüydü. Çalıştığım gazeteye baş yazı yazan ağabeyimiz bizi ziyarete geldi. Beraber yemek yerken, gazetenin sağının solunun korumasız boş arsa olduğunu görünce,” Aman çocuklar kendinizi koruyun,” dedi.

“Aman ağabey, çok kuşkulusunuz. Benim eşim bile burayı bilmez. Teröristler nereden bilecek, bize zarar verecekler?” demiştim.

“Evet” demişti. “Eşiniz bilmez ama onlar bilirler,” demişti.  Pazartesi günü akşamüzeri gazetede çalan telefon, acı haberi duyurmuştu. Gazetenin baş yazarı ağabey, Beyazıt’ta dergi çıkardığı yazıhanesinin önünde çapraz ateşi tutulmuş ve öldürülmüştü. Aradan çok geçmedi. Onun yerine başyazı yazmaya başlayan başka arkadaşımız da sabah Acıbadem’deki evinden oğluyla birlikte çıktıklarında teröre kurban edilmişlerdi. 

12 Eylül sonrasının Askeri yönetimi, o günlerin iki büyük siyasi liderini Hamzaköy’nde askeri kampa kapatmıştı. Aynı kampın iki odasında eşleri ile beraber kalıyorlardı. Burada iki liderin arasındaki ilişki, aynı denizi seyretmekten öteye gitmedi.

 Günler. Haftalar, aylar geçti. Demokrasinin uzaktan ayak sesleri geliyordu. Bizler meyhanelerde partiler kuruyor, bol bol yorumlar yapıyorduk. Bir gece, hatırını saydığım, ileri görüşüne ve yorumlarına hayran kaldığım bir ağabey:

“Arkadaşlar, bu ülkenin bir kez daha Demirel ve Ecevit’e ihtiyacı olacak, onun için ikisinin de moral olarak çökmesine izin vermemeli, içlerindeki mücadele azmini hep canlı tutulmalı,” dedi. İçimden bunun mümkün olamayacağı düşüncesini geçirdim. Çünkü ihtilal ve inat, ikisini de bitirmişti.

Düşüncemin yanlış olduğunu kadehler boyu anlattılar. Bir gurubun Demirel mihverini canlandırması gerektiğine kendisine iş edindiği söyleniyordu. Başlarında sanırım rahmetli Mahir Kaynak vardı.

Ecevit’le ilgilenmeyi kendilerine görev edinmiş ağabeyler, onun duygusal yönünü araştırmışlardı.  Onun coşkusunu canlı kılmak için, çeşitli mecralarla halk mektupları ulaştıracaklardı. Örneğin sosyal demokrat mı, demokratik sol mu? İki kavramın arasındaki fark nedir? Sorusuna yanıt bulmak için günlerce ders çalışmıştık. 

Elbet o günler için bir şeyler bulmuştuk. Bugün neydi, diye sorsanız hatırlayamam. Tekrar da öğrenmeye çalışmam. Yarın ki yazımda Ecevit cephesinde neler olmuştu? Aklım yettiğince size yazayım.