Askerlik gelenekleri, görenekleri az da olsa köylerimiz de kasabalarımız da yaşıyor. Askere alınma dönemlerinde büyük şehirlerimizin oto garlarında limanlarında, tren istasyonlarında turistlerin ilgi ile izledikleri coşkulu eğeleneler, uğurlama törenleri, bu köklü geleneğimizin bir devamıdır.

Uğurlamalardan sonra mektuplaşmalar da ayrı bir konudur. Çeşitli duygular karşılıklı olarak kâğıda maniler halinde döküle gelmiştir.

Askerler bölük bölük

Saçlar sırma belik:

Yârim asker olalı

Ciğerim oldu delik

Asker oldum giderim

Yoktur benim kederim

Yârimin gerdanından

Seda ile öperim

Küp içinde unum var

Allahtan umudum var

Yârim askerden gelirse

Dedelere mumum var

Kara Tren kayda gel

Askerleri ayda gel

Benim yârim burda yok

Orda koyma al da gel…

Şu hikâyenin çeşitli varyantları uzun olduğu için “Kınalı Ali”yi anlatmayacağım. Bir başkasının özeti şöyle:

Mehmet'i askerlik yaşına basınca askere çağırdılar. Bütün köylü, onu davulla zurnayla, dualarla uğurladı.

Acemilik günlerinde, bölük komutanı askerlerin saçlarına, tırnaklarına, ellerine sık sık bakıyordu. Böyle bir kontrol gününde komutan, Mehmet'in ellerinin kınalı olduğunu gördü. “Eline niçin kına yaktın?” diye sordu.

Mehmet, “Bilmiyorum komutanım” dedi. “Anam yaktı bu kınayı.” Bunun üzerine, bu işin mahiyetini merak eden komutan.

“Öyleyse anana mektup yaz. Benden de selâm söyle. Avucuna niçin kına yaktığını sor, öğren bakalım” dedi.

Mehmet, hemen o akşam mektup yazdı. Gelen cevapta şöyle diyordu.

"Sevgili oğlum, mektubunu aldık. Hepimiz de çok sevindik. Avucuna yaktığım kınayı sormuşsun. Komutanına selâm söyle. Gözlerinden öperim. Hayır, duaları ederim. Allah hepinize güç kuvvet versin. Komutanına de ki; bizde üç şey için kına yakılır: Gelinlik kızlara kına yakarız, evine barkına sahip olsun diye. Kurbanlık koyunlara kına yakarız, Allah'a kurban olsun diye. Bir de yavrum, askere giden yiğitlere kına yakarız biz. Kına yakarız ki, vatana kurban olsun diye.

Dedeni Balkanlar'da amcanı da Çanakkale'de kurban verdik. Gerekirse sen de bu vatana kurban olacaksın evladım." Bu cevap, komutanı çok duygulandırmış, gözleri dolu dolu olmuştu.

Ulu Önder Atatürk, yurt sevgisinin ve özgür yaşamanın güzelliğini şöyle anlatıyor:

"Yurt toprağı! Sana her şey feda olsun. Kutlu olan sensin. Hepimiz senin için fedaiyiz. Fakat sen Türk milletini ebedî hayatta yaşatmak için feyizli kalacaksın. Türk toprağı! Sen, seni seven Türk milletinin mezarı değilsin. Türk milleti için yaratıcılığını göster. Türkiye halkı, mütevazı millî hudutları içinde bütün medenî insanlar gibi tam manâ ve şümulüyle yaşayacaktır.”

Kurtuluş Savaşı’nın en tehlikeli günlerinde TBMM’nin kürsüsünden Başkumandan Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK, Mithat Cemal Kuntay’ın şiirini okuyordu:

“Deryâları kan, taşları bitmez kemik olsa,

Bir son nefesin aynı olup bitse nesîmi,

Ölmez bu vatan, farz-ı muhal ölse de hattâ,

Çekmez kürenin sırtı o tabutu cesimi’...”

Pek çok mısraı bir atasözü gibi hafızalarda kalmıştır:

“Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır,

Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır”