Sanırım 1967’ydi. Laleli ile Vezneciler arasındaki Büyük Reşit Paşa Caddesinde Edebiyat-Fen Fakültesi’nin karşı sırasında çoğu zaman kapalı bir kitapçı dükkânı vardı. Açık olduğunu gördüğüm zamanlar önünden iki üç defa geçerdim.

Dükkân sözünü ettiğim şiirin şairinindi. Onu yakından görmek isterdim. Çekingenliğimden içeri girip bir şeyler bahane ederek konuşmadığıma hayıflandığım zamanlar oldu.

Cumhuriyet dönemi Türk şiirinde gerçek bir kilometre taşından söz edeceğim. Ama yine bir şiirinden iki kıta okuyalım:

“Bu eller miydi masallar arasından

Rüyalara uzattığım bu eller miydi?

Arzu dolu, yaşamak dolu.

Bu eller miydi resimleri tutarken uyuyan?

Bilyaların aydınlık dünyacıkları,

Bu eller miydi hayatı o dünyaların?

……..

Ayrılmış sevgili oyuncaklardan,

Kırmış küçük şişelerini.

Ve her şeyden ve her şeyden sonra

Bu eller miydi Allah'a açılan!

Bu şiir Cumhuriyet döneminin en geniş ufuklu şairlerinden biri olan Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın Çocuk ve Allah adlı şiir kitabından alınmıştı. Çocukluğun mutlu çağından uzaklaşan şair, değişen ellerine' bakarak, yaşamış olduğuna bir türlü inanamadığı anılarını ve çocukluk özlemini dile getiriyordu.

26 Ağustos 1914’de İstanbul'da doğan Fazıl Hüsnü Dağlarca, Kuleli Askeri Lisesi ve Harp Okulu'nu bitirdikten sonra, Anadolu'nun çeşitli yerlerinde subay olarak görev yapmıştı. Zorunlu hizmeti doldurarak ordudan ayrıldı. Bir süre Çalışma Bakanlığı'nda müfettiş olarak çalıştı. Kitabevi, dergi yayıncılığı gibi uğraşılarda da bulunan Fazıl Hüsnü, 15 Ekim 2008’de bedenen aramızdan ayrıldı.

Fazıl Hüsnü Dağlarca şiire hece ölçüsüyle başladı. Otuzun üzerindeki şiir kitabında duygu ve aklın baskın olduğu iki dönemi yaşadı. İlk döneminde; büyük bir hayal gücü, zengin ve yarı karanlık bir imaj örgüsüyle dikkati çekmişti. İkinci döneminde titiz bir Türkçe ve kendine özgü dil yapısıyla sanat hayatını sürdürdü.

Dağlarca, başka şairlerin etkisinde kalmadığı gibi kendini tekrarlamaktan da kaçındı. Her yeni eserinde bir öncekine benzemeyen atılımlar yaptı. Zaman zaman vezinli, kafiyeli yazdı, zaman zaman da şekli hiçe sayarak, açık seçik söylemek istediklerini söyledi. İşte ağlamadan okuyamadığım bir şiiri:

“Yediyordu Elif kağnısını,

Kara geceden geceden.

Sankim elif elif uzuyordu, inceliyordu,

Uzak cephelerin acısıydı gıcırtılar,

İnliyordu dağın ardı, yasla,

Her bir heceden heceden.

Mustafa Kemal'in kağnısı derdi, kağnısına

Mermi taşırdı öteye, dağ taş aşardı.

Çabuk giderdi, çok götürürdü Elifçik,

Nam salmıştı asker içinde.

Bu kez yine herkesten evvel almıştı yükünü,

Doğrulmuştu yola önceden önceden.

Öküzleriyle kardeş gibiydi Elif,

Yemezdi, içmezdi, yemeden içmeden onlar,

Kocabaş, çok ihtiyardı, çok zayıftı,

Mahzundu bütün bütün Sarıkız, yanı sıra,

Gecenin ulu ağırlığına karşı,

Hafifletir, inceden inceden.

İriydi Elif, kuvvetliydi kağnı başında

Elma elmaydı yanakları üzüm üzümdü gözleri,

Kınalı ellerinden rüzgâr geçerdi, daim;

Toprak gülümserdi çarıklı ayaklarına.

Alını yeşilini kapmıştı, geçirmişti,

Niceden, niceden.

Durdu birdenbire Kocabaş, ova bayır durdu,

Nazar mı değdi göklerden, ne?

Dah etti, yok. Dahha dedi, gitmez,

Ta gerilerden başka kağnılar yetişti geçti gacır gucur

Nasıl dururdu Mustafa Kemal'in kağnısı.

Kahroldu Elifçik, düşünceden düşünceden

Aman Kocabaş, ayağını öpeyim Kocabaş,

Vur beni, öldür beni, koma yollarda beni.

Geçer götürür ana, çocuk, mermisini askerciğin,

Koma yollarda beni, kulun köpeğin olayım.

Bak hele üzerinden ses seda uzaklaşır,

Düşerim gerilere, iyceden iyceden.

Kocabaş yığıldı çamura,

Büyüdü gözleri, büyüdü yürek kadar,

Örtüldü gözleri örtüldü hep.

Kalır mı Mustafa Kemal'in kağnısı, bacım,

Kocabaşın yerine koştu kendini Elifçik,

Yürüdü düşman üstüne, yüceden yüceden.”