Yaşadığım ilçede ve komşu ilçelerde kentsel dönüşüm faaliyetleri çok hız kazanmış durumda. Deprem gerçeği, kaygısı ve korkusuyla evler, okullar,  yıkılıyor yenileri yapılıyor. Yıllardır adımladığım sokakların çehresi günbegün değişiyor. Elli yıla yakın bir süredir aynı semtte yaşayan biri olarak, her yerin yıkıldığını görmek tuhaf hissettiriyor. Yaşamının bir dönemini yitirdiğin duygusuna kapılıyor insan. Garip bir yoksunluk duygusu yerini garip bir hüzün duygusuna bırakıyor. Çocukluğunun geçtiği apartmanın yerini kocaman bir boşluk ve hava dolduruyor artık. İlkokulunun, ortaokulunun yıkıldığını, arkadaşlarının evlerinin yıkıldığını görüyorsun.

Bildiğim, yaşadığım, gördüğüm yerlerin yok olmasından neden bu kadar etkilendiğimi düşündüm. Bunu anlamak, hissettiğim şeyi somut olarak tanımlayabilmek istedim. Böylelikle düşüncelerim beni “mekânın hafızası” kavramına doğru itti.

Her semtin o semtle bütünleşmiş mekânları vardır. Hani gençler diyorlar ya ‘mekânın sahibiyiz’ diye işte tam da öyle semtin bazı mekânları vardır ki o mekânların sahibi tüm semt halkıdır, herkesin o mekânlara ait anıları, mekânların da tüm yaşananlardan biriktirdiği bir hafızası vardır. Mekânın hafızasını, bir yerin geçmişine dair taşıdığı izler, anılar ve anlatılar bütünü olarak düşünülebiliriz. Bu kavram, sadece fiziksel yapıları değil, orada yaşanmış olayları, insanları ve duyguları da içine alır. Eski bir mabet ya da bir han, insanları hatırlar. Bir okul binası, çocukların, kahkahalarını, umutlarını taşır. Bir meydan, önemli politik ve sosyal olayların, protestoların, eylemlerin, kutlamaların yankısını içinde saklar. Bazen mekânın hafızası, duvarlara kazınmış yazıda, bazen yıkılmaya yüz tutmuş bir binanın taşlarında, bazen de oradan geçmiş insanların anlatılarında yaşar.

Mekân, belleğin toplama, kaydetme ve geri çağırma işlevlerini yerine getirirken ihtiyaç duyduğu alanı yaratmaktadır. Bellek, mekânda yer edinirken, mekân da belleği biriktirmektedir. Mekân, kendi belleğinde bu izleri saklarken, zaman içerisinde mekânın bir belleği oluşmaktadır. Birikimli bir şekilde toplumsal belleği saklayıp sosyal ağlarla örmeye devam ederken, mekânın kendisi bir süre sonra bellek mekânı haline gelmektedir. Bellek mekânı, toplumsal içerikleri barındırmakta ve geleceğe aktarmaktadır. Mekân, sadece bireylerin değil, aynı zamanda toplumların belleğinde yer eden yaşanmışlıkları ve anıları içinde barındıran en önemli unsurlardan birisidir: Saklar, yeniden üretir, yeniden sunar ve hatırlatır. Bir yandan geçmişe ait bilginin kendisi iken diğer yandan da bu bilginin depolandığı yerdir. “Bellek ile geçmiş zihinde depolanır ve hatırlama ile bu depodan gün yüzüne çıkarılır. Mekân da bellekte yer etmektedir. Bu yaklaşıma göre mekân, bireysel ve toplumsal belleğin deposudur. (ref. Hatırlama ve unutma araçları olarak bellek mekanları)

Evet, sokakların çehresi değişiyor. Evler yıkılıyor, yıkılmak yeniden yapılmak zorundalar. Bu yeniden yapılanma süreci bizim zorunluluğumuz. Ancak bu yıkımlar kuşkusuz mekânlarla birlikte belleğimizi de mekânın hafızasını da yerle bir ediyor. Yapacak bir şey yok. Yıkıntılar arasında yürürken gelen tuhaf yoksunluk duygusu da hüzün duygusu da bundan kaynaklı sanıyorum. Ayrıca bu da ne ki? Dünya karasından İnsanlık tarihi boyunca ne devletler ne imparatorluklar geldi geçti. Geçmişten günümüze uzanmayı başarabilmiş her bir yapı, kalıntı, buluntu, eser vs. kendi zamanlarının ve mekânlarının hafızasını kuşaklar boyu aktarmaya devam ediyor.

Ahmet Hamdi Tanpınar, Türk edebiyatının en önemli isimlerinden biri olarak, eserlerinde zaman, kültür ve medeniyet kavramlarını ustalıkla işler. “Beş Şehir” onun deneme ve gezi türlerini harmanladığı, aynı zamanda kültürel bir hafıza metni olarak da değerlendirilebilecek eserlerinden biridir. Bu eserde Ankara’nın anlatıldığı kısımda bir bölüm vardır bu hafta da o bölümle veda etmiş olalım;

 “Roma, şan ve şevketinin içinde maddî hazlarla sarhoş, fütuhatlarını yaptı, müesseselerini kurdu, kanunlarını düzeltti. Kale, köprü, yol, su kemeri, mabet, hamam, hipodrom, heykel ve bin türlü âbideyle yaşadığı zamanı, muharip alnını süsleyen çelenklerle beraber taşa toprağa tespit etti. Aradan asırlar geçti. Bu mağrur muharip, yorulan sinirleri kanlı ve şehvetli oyunlarla uyuşturmaya çalışırken, cihangir haritası acemi avcı elinde kalmış bir kaplan postu gibi parçalanıp yırtıldı. Ankara şehri, imparatorluğun arazisinin yarısından fazlasıyla beraber büsbütün başka bir milletin eline geçti. Kadîm medeniyetin eserleriyle örtülü toprakta yeni bir nizam çiçek açtı, küçük, mütevazı mâbetlerde başka bir Allah’a ibadet edilmeye, Ankara Kalesi’nin üstünde başka türlü hasretlerin türküleri söylenmeye başlandı. Ve günün birinde bu toprağın yeni sahipleri içinden yetişen saf yürekli bir köylü çocuğu, Roma’nın zafer mâbedi ve biraz sonra da Bizans bazilikası olan bu âbidenin yanı başına muhacir bir kuş gibi yerleşti ve insanlara kadîm imparatorluğun ayakta durmasını sağlayan hakikatlerinden çok başka bir hakikatin sırrını açtı. Bu ledünnî hazların, âhiret saadetlerinin, kendisini sevgide tamamlayan ruhun, bir nur tufanı gibi iştiyakın, kendi derinliklerinde Allah’ı bulan bir murakabenin hakikati idi.”